21 Kasım 2009 Cumartesi

İdeefixe Sanal Kitap Fuarı



Ne yazacaktım, nereye geldim; e delinin sözü bitmiyor.
Kitap almak için, bir yıldır beklediğimiz Tüyap Kitap Fuarı fiyatlar açısından hayal kırıklığı olunca- yine de iki kez gidip yirmi kitap aldım, şikayet etmek alışkanlıktan- kitap almak için daha uygun şartları arar oldum.

İlaç gibi gelen İdeefixe Sanal Kitap Fuarı'ndan bahsediyorum.

Kitap ihtiyacınız yoksa bile mutlaka bir inceleyin, mutlaka aklınızı çelecek fırsatlar olacaktır.

Fuar, 22 Aralık 'a dek sürecek.

Artık klasik hâle gelen Alıntı Yarışması da 23 Kasım'da başlayacak.
  • İdeefixe'den bir diğer haber, e- kitap projesi. 2010'da kitapları e-kitap şeklinde satın alabileceğiz. İphone'u olanlar, Türkçe e-kitap bulmanın zorluğunu biliyorlardır. İdeefixe, kitapları tıpkı Amazon gibi e- kitap şeklinde satacak, bu sayede aldığımız kitaptan yazar kazanmıyor, yani korsan diye üzülmeyeceğiz.

Fuarda e- kitap okumak için koydukları o özel alete de bayıldım ayrıca.

  • Unutmadan söyleyeyim: İdeefixe, geçen yıl Yaşar Kemal Ormanı oluşturmuştu. Bu yıl da bir yazar adına orman oluşturacak, bu yazarı da oylarımızla bizler belirliyoruz. Ben oyumu elbette ki Ahmet Hamdi Tanpınar'a verdim.

Oy kullanmak için:
http://www.idefix.com/kitap/sf2009_yazar.asp

İnternetten Kitap Alışverişi ve Takası


Kitap alışverişimi genelde yayınevlerinden yapıyorum. Hem kitaplar daha uygun oluyor hem de yayınevlerinde kitapların tümünü görmüş oluyorsunuz. Ben de Cağaloğlu'na sıkça gittiğimden o yolu çekmek külfet olmuyor.


Öte yandan, sanal kitap dükkânlarını tercih etmek için de pek çok sebep var. Örneğin, kitabı zaten kredi kartıyla alacaksanız bence internetten almak çok daha mantıklı.


İdeefixe elemanıyla pek çok yayınevinde karşılaştık. Gelip yayınevlerinden kitapları aldı ve gitti. Kaldı ki, bu yıl Tüyap'ta standı bile olan bir kuruluşa güvenmemek de ahmaklık olur artık. ( Bu sözüm, kitapların orijinalliğine inanmayanlar için)

Kültürtv de sıklıkla %40, %50 hatta %60 indirim yapıyor; ama henüz denemediğim için site hakkında yorum yapamıyorum.

Kitapyurdu benim alışveriş yaptığım diğer bir site; ucuza çok güzel kitaplar bulunabiliyor.

Bu yıl fuarda, kitapları yayınevi standlarından bile ucuz satan Kitaptaucuzluk diye bir adres gördüm. Korsan satmıyorlarsa yayınevlerinden nasıl daha ucuza satabildiklerini sordum. Korsan satmalarının mümkün olmadığını, korsan satsalar Tüyap'ta standları olamayacağını söylediler.
Tercih ettiğim diğer bir site, Nadirkitap. İkinci el, tanıdığım sahaf arkadaşlarımda bulamadığım "sürgün"le ilgili pek çok kitabı bu site sayesinde buldum. Tek kötü yanı, ikinci el kitapçılara göre oldukça pahalı olan fiyatları ve her satıcının ayrı ayrı kargo alması.

Peki yeni kitap alamıyorsunuz; fakat yeni bir kitap okuma arzusundasınız, o zaman ne yapacaksınız?

Takasx'e girip evdeki kitaplarınızı orda yer alan kitaplarla takas edeceksiniz. Böylece yeni kitaplara 15- 20 lira vermek zorunda kalmayacaksınız. Şu an sitede 445 kitap bulunuyor.


Peki sizler kitap alışverişini nereden yapıyorsunuz?

"Garsonların Yapmaması Gereken 100 Şey"den Mülhem



Dün Habertürk' te Nilay Örnek'in yazdığı bir konuydu aslında bu. Kendisi de bu yazının ilhamını New York Times'dan almış. "Yazının en iyisi ilham verenidir." diye düşünürsek "ilham perisi" gibi bir konu olmuş anlayacağınız.

Sıklıkla dışarıda yemek yiyen biri olarak, "Ben de görüşlerimi bildireyim, ayol benim nerem eksik?" düşüncesiyle bir iki kelam etmek istedim bu konu hakkında.

Aslında neyle karşılaşırsam karşılaşayım, bunu pek de sorun etmiyorum. Garsonların bazı olumsuz hareketlerinde onları suçlamak yerine, bir sorunları olabileceğini, bunun bir "insanlık hâli" olduğunu düşünürüm evvel.

Ben bu düşünceyi küçüklüğümde okuduğum bir röportaja borçluyum ve fakat. Rivayet ederler ki, canım yakışıklım Tarkan ekibiyle bir restorana gitmiş. Ekipten biri çok pişmiş et istemiş; et üç kez geri gitmiş ve yine de adamın istediği gibi gelmemiş. Adam sinirle garsona bağırmak niyetindeyken Tarkan durdurmuş onu:

"Adamcağızın üstüne gitme, kim bilir ne sorunu var; yüzünü görmüyor musun?" demiş.
Her olaydan ders alma istidadına sahip özceğizim bunu unutmadı elbette.

İşte bugün bile hâlâ yanlış yapılmış bir işi eleştirmeden "iki kez" düşünürüm. ( "İki düşün, bir söyle!" uyarınca)

Ve lakin, mesleğini sevmeyen, insana hizmetin en büyük hizmet olduğunu unutan, mesleğini hiç onaylamayacağım bir sınırlılıkla küçümseyen meslek erbabı, müşteriye bazen kasıtlı olumsuz hareketlerde bulunmuyor da değil.

Sizi bilmem; ama ben, benimle ilgilenen garsonu severim. Menüye hâkim olan, güleryüzlü, yemeği bitirip kalkayım diye gözümün içine bakmayan, mekânını sahiplenen ( en önemli madde bu) garsonlar, mekânın yemekleri ahım şahım değilken bile oraya yeniden gitmeme sebep olmuşlardır.

Mesela yemeği yarım bıraktığımda: "Efendim, yemekte bir sorun yoktu, değil mi?" yahut "Yemeklerimizi nasıl buldunuz?" sorusu, o adamın mekânını sahiplendiğini kanıtlar ve benim hoşuma gidiyor bu mutlaka.

Yemekte kıl çıktıysa, garsonu çağırıp kulağına söylerim. Eğer, garson endişe edip kasada o yemeğin parasını ödemememi sağlıyorsa ve mekân adına özür diliyorsa, "kıl"a rağmen benim gözümde yüceliyor ve yer hakkında kötü düşünmüyorum. Fakat, kimileri, bu sanki sizin suçunuzmuş gibi davranıyor; işte buna katlanmam güç.
  • Kendini beğenmiş garsonu sevmiyorum. Bana kendimi rahat hissettirecek kadar iyi, yemek istediğimde daha ben sormadan sosları, ekmeği getirecek kadar atik garsonlara bayılıyorum.

  • Bir şey istediğimde ortalıktan kaybolan, neredeyse yemek bittiğinde isteğimi hatırlattığımda, yine ortadan yiten tipler var bir de.

  • Müşterilere asılan, laubali (Kimisine yakışıyor Allah için) yahut bahşiş meraklısı garsonlardan da hazetmiyorum.

  • Defalarca gittiğiniz, müdavimi olduğunuz mekânlarda- ki ben iyi bir müdavimimdir- sizi, oraya ilk kez gelenlerden ayırarak, tebessümle: "Hoş geldiniz, nasılsınız?" diyenler, adımla hitap edenler, oraya gitmemden adeta mutlu olmuş gibi davrananlar, her zaman yediğiniz yemeği bilip onu mu yiyeceğinizi soranlar- ki benim her mekânda belli yemeklerim vardır- ise, mesleğinin piridir ve beni ciddi anlamda mutlu ederler. Böyle bir insana öyle güvenirim ki, sevdiğim arkadaşlarımı da ona göndermekten mutluluk duyarım.

"Özge'nin misafiriyseniz başımızın üstünde yeriniz var." diyerek arkadaşlarıma müthiş bir misafirperverlik gösteren, onlara ikramlarda bulunan o garsonu unutmam mümkün değil.

  • Ve garson, temiz olmalı. Yakışıklı da olabilir bak.

  • Masamın ben geldikten sonra silinmesi, aslında garsonun eksiğidir ve genelde yaşarız bunu.

Klişedir; fakat, hakikaten mesleğini sevmek lazım. Her yerde ama her yerde, her meslekte, işini sevenler ayrı bir ışıldıyor; ben bunu bilir bunu söylerim.



İnsanları Öldürüp Parfüm Yaptılar- Ve "Koku" Romanı Gerçek Oldu


Edebiyattan bahsedenler( edebiyatçılar, yazarlar...vs. ) genelde onun "hayat"la ne kadar iç içe olduğunu- ve hatta bazen hayatın ta kendisi olduğunu- anlatmak için Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları"nı örnek verirler.
Edebiyat o denli hayattandır ve o denli "hayat"tır ki, bu kitap yazıldığı vakit, kitabı okuyan pek çok genç intihar etmiştir. Eğer bu örnek abartılı geliyorsa, burada, Murat Kekilli'nin "Bu Akşam Ölürüm" adlı şarkısının çıktığı dönemde, şarkıyı dinleyen pek çok kişinin de intihar ettiğini, her gün kanallarda ( Ben Reha Muhtar'ın programını hatırlıyorum daha çok.) zavallı Kekilli'nin şarkıyı yaptığı için neredeyse "katil" ilân edildiği günleri de hatırlayalım.
Bu örneğe muhakkak ki katılıyorum; çünkü pek çok roman, pek çok şiir ve pek çok yazarın şekillendirdiği, yoğurduğu bir bünyeyim ben.
Ve bir diğer misal: Hocam Fatih Andı'nın "Roman ve Hayat" adlı, bence roman üzerine yazılmış en güzel kitap olma özelliğindeki eserinde, romanın insanı ne denli değiştirdiği üzerinde durur. ( Burda da biraz bahsetmek niyetindeydim; ama şimdi, birkaç satırla yetinmek yerine ona ayrı bir yazı yazmak gerektiğini düşünüverdim.)

Roman, muzır bir türdür ve insanı değiştirir mutlaka. Bu, tüm kitaplar için geçerlidir, tüm türler için düşünülebilir; fakat, roman ortaya çıkışından bugüne hiçbir türün yapamayacağı ölçüde, içine girdiği toplumu kendisine benzetmiştir.

Edebiyat mı hayata benzer, hayat mı edebiyata sorusunun ikinci aşaması, "hangisi diğerini dönüştürüyor"dur. Bugüne dek, hayatın edebiyatı dönüştürdüğünü düşünmekteydim eni konu. Bugün okuduğum bir haberse, fikrimi bir anda değiştirdi.

Hani bazı romanların gerçekleşeceğini düşünürdüm de, "Koku" gibi gerçekleşmesi pek de mümkün olmayan bir romanın "gerçeğe dönmesi", beni edebiyatın gücü hakkında dehşete düşürdü( Tabii ki uyduruyorum; edebiyatın bu kadar güçlü olduğunu bilmek, beni- bu mesleği seçtiğim için- gizli bir gurura sevk etti. İnsan kendisini beğenmek için sık sık bir bahane yaratır.).
Bugün haberlerde izledim: Onlar da,"Koku, gerçek oldu. " şeklinde verdiler haberi. Peru'da bir grup insan avcısı, insanları, yağlarını ve kokularını elde etmek için öldürüyorlarmış. Bu çete, öldürdükleri insanların şişelere doldurdukları yağlarıyla ortaya çıkarılmış!

Daha da fenası, çetenin bu yağları- daha önce- büyük kozmetik firmalarına "şişesi on beş bin dolara" ( Yüz elli bin dolar mıydı yoksa?) sattığına dair ciddi şüpheler var.
Hiç aklımıza gelir miydi böyle bir romanın bile gerçek olacağı?

Haberin bağlantısı:


Bu noktada, edebiyatın insanlara iyi örnek olması gerektiği görüşüne ilk kez bir nebze de olsa katılıyorum. Diğer yandan, insanlara örnek olacağım diye, bu sonuçları bilsem de, yine de bu romanı yazardım gibi geliyor.

Resim Kaynak: Superonline. net














20 Kasım 2009 Cuma

"Koku"- Patrick Suskind







Okuduğumda çok etkilendiğim ve "en sevdiğim ilk beş roman" listeme muhakkak aldığım bir romandır "Koku". Yazar Patrick Suskind'i bu romanı yazdığı için kıskanıyorum.

Dünyada, yazılmış yazılabilecek beş on konu olduğunu söyler uzmanlar. Ve, hani o meşhur söz:" Güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur." Oysa bu roman konusuyla, tam da "yeni"ve "farklı"dır.
Okumayanlar için biraz özetleyeyim:

Kahramanımız Jean Baptiste Grenouille, koku alma duyusu sıradan bir insanınkine göre fazlasıyla gelişmiş, fiziksel olarak neredeyse ucube, insanlardan kopuk ve yalnız biridir. Onu diğer insanlardan ayıran özellikleri, insanların ondan korkmalarına ve onu dışlamalarına sebep olmuştur. Onunsa, bunlar umrunda dahi olmaz. Onun tek derdi, dünyadaki her şeyin kokusunu tanımaktır.

Jean- Baptiste, nesnelerin isimlerini bile kokuları sayesinde öğrenebilmektedir. Koku alma duyusu dışındaki tüm yetileri zayıftır; zor öğrenir ve oldukça geç konuşur.

Fizikî yapısı da sıradan insanlardan farklıdır : Her işçinin öldüğü tabakhanede o uzun zaman çalışır ve diğer insanları da şaşırtan şeklide, ona hiçbir şey olmaz.
Parfümcülükte eski şöhretini yitirmekte olan bir parfümcünün yanında çalışmaya başlar. Bir parfümü kokladığı an, hemen alt notalarını bulup hemen aynısını yapabilmektedir. Binlerce, binlerce yeni koku üretip parfümcüsünü de ihya eder. Bunlar karşılığında tek şartı, parfümcünün ona "koku damıtmayı" öğretmesidir.
Bu, önemli bir ayrıntı; çünkü Jean sevdiği kokuların bir gün yok olma ihtimali karşısında çıldırabilir, hatta intihar dahi edebilir. Onları hapsetmek için de kokuları damıtmayı öğrenmelidir.
Ve bir gün, Jean kendi kokusunun olmadığını fark eder. Tüm insanların kendilerine has bir kokuları vardır, o hariç. Bu gerçek onu çılgına çevirir. Bundan sonraki tek hedefi, kendine bir koku yaratmaktır; bu öyle bir koku olacaktır ki, o kokuyu duyanlar ona hayran olacaklardır.

Bunun için de, gözünü kırpmadan bir sürü cinayet işleyecektir. Çünkü kokusunun hammaddesi, bakire ve özel bir güzelliği olan kızlardır.

Sonunu elbette anlatmadım; okumadıysanız mutlaka okumalısınız.
1979'da yazılan, dilimize 1987'de çevrilen bu kitabın "Perfume" adıyla filmi de çekildi biliyorsunuz. Fakat ben bu filmi uzun zaman izlemedim; çünkü kitaptan uyarlanmış filmler, çoğu zaman hayal kırıklığı yaratıyor bende.
Bu yaz, filmi de izledim ve Fransız sinemasının önünde saygıyla eğilsem yeridir. Bu kadar başarılı bir uyarlama çok az şanslı kitaba nasip olur. Bu filmi Hollywood çekseydi, şu an muhtemelen bir hayal kırıklığını daha konuşuyor olurduk. "Şiir gibi" bir film, tam bir sanat eseri ( Hollywood yapımlarını izlemeye alışan izleyici, muhtemelen bu filmi uzun ve sıkıcı bulacaktır.).
"Das Parfum", postmodernist bir roman aynı zamanda. ( İlgisi olanlar, "Koku" romanının postmodernist açıdan incelendiği bir yüksek lisans tezini, benimle irtibata geçerek elde edebilirler.)
Ey okur! Aşk meşk, komplo teorileri içeren yahut tarihî gerçekleri sapıtan romanları okumaktan sıkıldıysanız, bence bu romana bir şans verin.












Koku, Patrick Suskind, Can Yayınları, 264 sayfa




Şu an İdeefixe'te %30 indirimle, 11.20 tl.
















Arz-ı Hâlim




Ben aslında eski bir "günlükçü"yüm.


Hâli hazırda- ve hâlâ- üç yıldır yazmakta olduğum bir blogum var. Yazmayı, yaşama sebebim sayacak kadar çok seviyorum. Orada da uzun yıllar severek yazdım.

Ama bir noktaya geldim ki, orada yazmak zul oldu; oraya duyduğum soğukluğun beni yazmaya da iştahsız bıraktığını fark ettim bir vakit sonra. Ve yeni bir adres edindim.

Okuyucu- Böyle blogların pek izleyicisi olmaz, ben bunu baştan kabullendim.- bu blogda ne bulacak sorusu benim kafamı kurcalıyor. Ben ne yazacağımı bilmiyorum aslına bakarsanız; ama bunca senelik yazma eğilimim gösterdi ki, genellikle EDEBİYAT (daima), kitaplar, siyaset, kültür- sanat etkinlikleri üzerine yazmam olası... Benim hayatım bunlardan oluşuyor çoğunlukla.

Ama yine de konu sınırlandırması yapmayacağım; bunun yazıyı sınırlandırmak olduğunu biliyorum.

Bu blogun benim için şöyle bir özelliği de var: Hayatımda ilk kez adım ve soyadım olmadan, yani bir rumuz üzre yazıyorum. Bu, bana farklı geliyor. Yani ben hep iyi ya da kötü söylemlerim adım ve sanımla bilinsin istedim. Hani, bir rumuzun ardına sığınmayı düşünmedim hiç. Bunu olumsuz gördüğümü söyleyemem, üzerine düşünmedim bile. Üzerinde düşünülmemiş bir tercihtir bu.


Sonra, bir de bunu deneyimleyeyim dedim. "Milliyet Kitap"ta bir atasözü kitabından bahsediliyordu. Atalarımızın: "Halının tozu biter, delinin sözü bitmez." sözü eni konu hoşuma gitti, beni gülümsetti bir zaman.


Ve yine düşünmeden bu ismi seçtim hem atalardan bir iz de olsun diye.

Blog, adıyla müsemma, bir başladım, hiç susmadım.

Sonuç ola ki,


Ey okuyucu, bu yazı, bir "arz-ı hâl" yazısıdır.



Okuyanlarla çoğalmak, yazanları okumak bitmesin.



Resim kaynak: Orhan Pamuk'un el yazısı