17 Mayıs 2011 Salı

Yuva Hapsi

YU


   Yakınımda olanların artık iyiden iyiye bildikleri bu konuyu bu zamana dek hiç yazmamışım. Hiç şikâyet etmemişim. Doğrusu, şaşırdım. Yazı, bilinçüstüne ait belki de. Ya da bilinçaltına öyle hâkim ki, unutmak istediklerimi bir bir unutturup bana özel bir vaha yaratıyor. Sonuçta ikisinde de ona minnettar olmam gerekir.
   Evimden söz etmemişim, diyorum. İçinde reçel pişen, canım evimden. Evime olan düşkünlüğümle Ziya Osman Saba ve Necatigil'in selefi olabilecekken her daim yemek kokan, misafiri bol evimin beni hapsettiği yaşayamama çukurundan. Saba gibi yazamama sorunumdan.
   Okulu nasıl bitirebildiğime, nasıl olup da birkaç yararlı iş çıkarabildiğime, kitaplar okuyup hatta düşünebildiğime şaşırdığım cehennem evim. Bebekleri, büyükleri, kahkahaları, kavgaları, şenliği bol “büyük evim”. Bu nasıl bir ikilemdir: Sen olsan onu çok mu severdin, sen olsan ondan nefret mi ederdin?
   Ve bu şenlikli, kapısı, telefonu sürekli çalan, sokaktaki dilencinin bile ilk durağı olan evimden, birlikte olmaktan bu kadar mutlu insanları arasından çıkan yalnız bir ben! Bu ayrıksılığımı uzun zaman kabullenemeyen, ama bir türlü başından da atamayan aile hisleriyle kucaklayan, alaya alarak durumu hafifletmeye çalışan ailem.
   Sizi bilmem; ama ben çok mücadele ettim. Yabanilikten utandım, her yazımda gördüğünüz gibi hiçbir şeyi beceremeyen bir âciz olduğum düşüncesine kadar vardırdım işi. Ama onları sevdiğim gibi, kitapları da sevdim, kalemi de sevdim. Benim bir başka aile gibi sahiplenip sarıldığım yabancı âlemi, onlar elbette benimsemeyeceklerdi. Onları da anladım. Bu ikircikli ve nereye tamamiyle bağlansam mutsuz olduğum iki dünyanın ortasında bana kala kala geceler kaldı.
   Bu evde nefes alamadım, bu evde yaşayamadım. Çok güldüm, çok öğrendim, büyüdüm, her karesine farkında olmadan ellerimi çizdim, ben onu sevdim. Gitmedim, cesaret edemedim. Özleyeceğimi bildim. Ama kitaplarımı, yazıları, düşünmeyi, yılları feda ettim ona. Bunun kıymetini bilecek mi, emin değilim.
   Her şeye rağmen, sırf içinde reçel piştiği için bile onu defalarca kez ben affettim. Bilsin isterim.
VA
   Hayatında güzelce bir bahçeyi nadiren görmüş, bir iki çiçek dışında hiçbir bitkiyi bilmez kentli döl ben, geçen yıl Eminönü'ne gidip sorup soruşturarak bir dolu çiçek almıştım. “Bu nasıl yetişir? Ne kadarda bir sulayayım?” dediğim o çiçekler, şimdi benim canım. Bakmayın bu kadar kenti, İstanbul'u sever duruşuma; ben her zaman topraklı, gökyüzü kokan yerleri daha çok sevmişimdir. Eşeği ancak fotoğraflardan bilirim; ama kentin içinde bulduğum nefes alma durakları ve ordaki hayvanlarla kan içreyimdir. Beykoz'da böyle bir yer bilirim, Bakırköy'de böyle bir yer.
   Dalga geçebilirsiniz, haklısınız da. Rasim Özdenören de “Kent İlişkileri” adlı kitabında benim gibi kentte doğmuş, kentten ayrılamayan; ama doğayı arayanlarla inceden inceye alay eder. Her bir kelimesine hak vermişimdir. Ama benim bu çiçeğe, toprağa, maviye sevgim kentten ayrı olmamalıydı, yaşamak ikisinden birini seçmek olmamalıydı, benim isyanım ona.
   İsyanı geçip çiçeklerime geleyim. Cahillikten birkaçını kurutup veballerini aldığım çiçekler bir yana, bir de bahar gelince (güneş açmasa bile) güzelleşen bir gülüm var. (Şimdi de içeri getirdim onu, annem: “İçerde sev; ama sonra yine balkona götür.” diye beni uyardı.) Her yandan tomurcuklanmış, süslenmiş, yeşilleri kırmızı şeritlerle donanmış; gelin gibi. İşte o geline 5 Mayıs gecesi Hızır'la İlyas'ı görür umuduyla beyaz duvaklar bağladık. Dileklerimizi kâğıda çizdik, sonrasında dilek gerçekleşene dek saklayacağımız parayı kâğıtla beraber bir mendile koyduk, mendili gül dalına bağladık. Bir yandan Hıdrellez'i anlatan o Balkan türküsünü mırıldandık. Gece, Hızır'la İlyas inecek diye beyazları giyip yattım. Grinin en soluğu sokağıma bakınca, geçen yıl aldığım gülün dallarına teşekkür ettim.
   Bir de Ahırkapı Şenlikleri, oynamaktan; saçma sapan barlarda değil de, hakiki bir eğlence yerinden, roman kahramanı insanlarından bu sene ayrılmak olmasaydı...


HAP   Ve edebiyat. Birkaç önerim olmadan bitirir miyim bu yazıyı? “Notos”, en sevdiğim konuyu işlemiş bu sayısında, üstelik şahane de bir kapakla. “Editörlük Bir Sanat” dosyasında, belli başlı editörlerin bu meslekle ilgili görüşleri alınmış, Türkiye'de editörlükten bahsedilmiş. Çok keyif aldım. Hatta keşke biraz daha detaylı olabilseydi, mesleğin en eski duayenlerinden de fikir alınsaydı bile dedim, yetmedi.
   Birçok editörden dinledim, kendi fikrim de budur: Türkiye'de editörün önemi henüz anlaşılmış değil. Ancak bunun konuşulmaya başlanması gerçekten güzel (Sektörle o kadar ilgileniyor olsam da, Murat Yalçın'ın yanına gittiğimde ilk sorum “Editör ne iş yapar?” olmuştu, unutmadım).
   “Notos”, edebiyat tartışmaları, soruşturmalarıyla edebiyatın güncelini tutan, yönlendiren bir dergi. Takip etmenizi öneririm. Bir sonraki yazıda, Notos'un dikkatimi çeken anket sonuçlarından da bahsedelim.

Sİ:
   Bu ay pek kitap okumadım, kitap eklerinden özellikle uzak durdum. Ama okumamış olmam, tavsiye vermemi engellemez, öyle değil mi?

   “Kumrunun Gördüğü”yle Sait Faik Öykü Ödülü'nü bu yıl Ahmet Büke aldı. Bir kitabın adında “kumru” geçiyorsa bence zaten sorgulanmadan ödül almalıdır. Kitabı henüz okumadım; ama tavsiye edeyim yine de. Büke, ödülünü Yaşar Kemal'in elinden aldı ve: “Yaşar Kemal beni biliyor her halde; sakın ödül aldın diye serme, çok çalış dedi.” diye anlattı sonrasını. Ahmet Büke, konuşmasında ödülü ona ilk kez Sait Faik'i okuyan abileri ve ablaları için aldığını söyledi. Hatta, uzun zaman Sait Faik'i sırf bu yüzden başka mahalleden bir Dev-Gençli sandığını da.
   Ödüller diyorum, benim için bu kadar önemi olduğunu sanmayın. Benim için tek avuntusu, güzel bir kitabı bulma umudu vermesidir; başka bir ilgim yok.
   Bu ay içinde çıkan “Az” ve “Bazuka”ya da bir bakmak gerekir. “Türk Edebiyatı” dergisi de bu sayısında benim gibi bir kahvehane araştırmacısının reddedemeyeceği bir kahvehane dosyası yapmış.
   Ama asıl, sanki ülkede hiçbir şey ar ve haya duygularımızı incitmiyormuş gibi, tüm suçu edebiyata yükleyen, edebiyattan bihaber kurula inat Burroughs'un “Yumuşak Makine”sini okumanızı öneririm. Sonraki yazıda bundan da bahsedelim.
                                  * * *
   Ve evet, aslında hepimiz mahpusuz o evlerde.