28 Ağustos 2010 Cumartesi

Hayallerinin Meyvesini Tattığın İlk An- Seçmece Kitap Çekilişi


Aslında ikinci an... İlki, "Bir Solgun Adam"ın düzeltmeni olduğum zamandı, beni onurlandırarak ismimi yazdıkları o an.
 Yıllardır hayalini kurup, çok ulaşılmaz geldiğinden: "Yok canım, editör nasıl olacağım ki!" diye kendime yüklenip durdum.
 Ama hiçbir hayal, ona inanana direnemiyor.
 Bu satırları okuyan ve hayali ona çok uzak gelen bir öğrenci varsa, umutlansın diye de söylüyorum bunu. Hayali gerçekleştirmekten daha zor kısım, insanları o hayale aşina kılmak oluyor. Ve bu süreç, bildiğin acı.
 "Her şeye rağmen" bu yoldan sapmayacağını düşündüğünde, bir gün bir bakıyorsun ki, hiç çiçek açmaz ağacın meyve verir bile olmuş.
 İşte benim meyvem de, yeni düştü dalından.
 Mutluluğumu tarif edemem.


Bu mutluluğun şerefine, blogumu okuyanlardan birine bir hediye vermeyi düşündüm. Bu hediye, en çok sevdiğim şey, bir kitap olacak. Üstadım Murat Yalçın'ın bana naklettiği, Tomris Uyar'ın bir sözü üzerine sevdiğim kitaplardan birini hediye edeyim diyorum size.

Henüz karar veremedim, katılan olursa bana yorumunda belirtsin lütfen hangi kitabı istediğini.

1. Tanpınar "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"

2. Orhan Pamuk'un yeni kitabı "Manzaradan Parçalar"

3. Köşede tavsiye ettiğim Mine Söğüt'ün "Kırmızı Zaman"ı

4. Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna"

5. Turgut Uyar'ın seçme şiirlerinden oluşan "Göğe Bakma Durağı"



Kendi halinde bir blogun yazarı olduğum için kendimi bir garip hissettim aslında. Hediye vermenin bir yönü izleyici sayısını artırmaktır; ama bundan feci utanıyorum.

Kurallarım, her blogda belirtilen kurallardan:
1. İzleyici olmanız
2. Yorumunuzda blogumla ilgili olumlu, olumsuz eleştirilerinizi sunmanız. Neler olmasını, ne okumayı isterdiniz, bunu da bilmek isterim.
3. Blogunuzda duyurmanıza gerek yok, diyeceğim; ama nasıl duyulacak ki? Bilemedim. Duyurursanız fena olmaz, aman öyle işte.

Çekilişimiz Orhan Kemal'in doğum günü olan 15 Eylül'de bitsin.


 Blogumu şu an izleyen 26 kişinin bir ayrıcalığı da olmalı, hediyeyi kazanan kim olursa olsun; 26 arkadaşımdan birine de bir kitap yollayacağım.

 Yorum bırakan kişi, istediği kitabı da seçecek.
 Hadi bakalım.

26 Ağustos 2010 Perşembe

"Manzaradan Parçalar"- Orhan Pamuk


 Orhan Pamuk'un "Manzaradan Parçalar" adlı kitabının 26 Ağustos'ta çıkacağını duydum ilkin. Kıpır kıpırım o andan beri. İnternette paylaşılan birkaç yazısını da bir solukta okuyuverdim. Saatleri kurdum, bekledim.

  Çünkü, birkaç yazar vardır ki, yeni kitaplarını heyecanla bekliyor, çıktığı gün aceleyle satın alıyor ve sonra bitecek diye, o kitapları okumaya bir türlü kıyamıyorum. Bu duygunun bir adı da "vefa" olsa gerek; hayallerimi kuran, kurtaran yazarlarımın heyecanla beklendiklerini bilmeleri gerek diye düşünüyorum, koşa koşa kitabı almaya giderken.
  Kimi yönlerine hiç ısınamasam da, Orhan Pamuk da bahsettiğim yazarlardan biri. Orhan Pamuk'u bu heyecanıma dahil eden, onu "yazarlarım"a dahil eden en büyük sebep, "roman yazma tutkusu". Türkiye'de "yazarlık" denen yorucu ve çaba isteyen serüvenin bir meslek olarak algılanmasını sağlaması. Tanpınar'ı sevmesi sonra. Tüm kitaplarını okuduğum için artık onu bir dost, bir ağabey gibi hissetmem. Ve ciddi, ağırbaşlı duruşuna rağmen içinde bir hayalperest, bir yaramaz yattığına inanmam nedense. "Ben Masumiyet Müzesi'nin Kemal'i değil, Mösyo Flaubert'im." dese de ve kahramanların yazarından bambaşka biri olduğu gerçeğini bilsem de, onun Kemal gibi biri olduğunu içten içe bilmem belki de.
 
  Ve sebep ve sonuç önemli değil. 26 Ağustos'ta Pamuk'un kitabı çıkıyor ise, o gün diğer her işim ikinci sıradadır artık.
  "Bir film çekilse, tam da böyle sahneler içerirdi." dedim İletişim Yayınları'na varmaya çalışırken. Ara sokaklardan gitmeye çabalarken asla açılmayacak bir trafiğe takılma, işe geç kalmaktan ötürü yaşadığım gerginlik, Gedikpaşa'da mal indiren kamyonları sabırla bekleme tecrübesi... Hani sevgilisine yetişmeye çalışırken karşısına bir sürü engel çıkan ama yılmayan film kahramanları gibi.
 
  Sonunda İletişim'e vardığımda şöyle dedim nefes nefese: "Pamuk istiyorum!"
  Bu kitabı her yerden alabilirdim, bugün okuyamayacaktım nasılsa, hani yarın da alabilirdim. Ama ben tam da bu çileyi seviyorum işte. Matbaadan sıcak çıkmış bir kitap için yollar aşmak, onun için "geç kalmama" uğraşı, kitabın kendisinden daha değerli. ( Hayır, hiçbir şey kitaptan daha değerli değil.)
  Kendi mabedim yayınevime vardığımda, tüm günüm şöyle geçti ardından: Hangi işle uğraşsam sonunda yine Pamuk'a dönüp bir sayfa daha okuma hali. Çikolatadan bir parça alayım derken dayanamayıp birkaç parçayı yemek gibi, kitabı bir türlü elimden bırakmama ve işime döndüğümden kısa bir süre sonra, işe henüz başladığımı unutuvererek herkese kitap hakkındaki düşüncelerini sorma teşebbüsü.

   Ve, hiçbiriniz benim kadar şanslı değilsiniz: Orhan Pamuk'u yirmi iki yaşındayken tanıdığını ( 1974), o zamanlar ilk romanını yazmakta olduğunu söyleyen genel yayın yönetmenimizden, Pamuk'un ilk gençliğine dair kimi anıları dinledim günü bitirirken.

   Her şeyi abartma temayülünde olduğumu bilirsiniz. Ayrıca, evrende her şeyin masal olduğuna ve bize yakın ne varsa, büyülenme hakkımızın elimizde bulunması gerekliliğe inanırım. Bu da demek oluyor ki, çoğunluğun "sıradan bir kitap alma anısı" olarak gördüğü bu günü, hakkıyla ve büyülenerek yaşadım.
 
  Bu kadar kelam edip kitaptan hiç bahsetmemek... Bu da acemiliğime verilsin.
  Bu kitap, Pamuk'un hayat, sanat ve edebiyat hakkındaki denemelerinden oluşuyor. İletişim Yayınları Klasikler serisi için yazdığı önsözleri de ( Bence bu gereksiz) kitaba koymuş Pamuk. Bir röportajı da yer alıyor kitapta. Orhan Pamuk'un vazgeçemediği soslar: İstanbul, Nişantaşı, çocukluğu, 1970'leri bu kitapta da bulacaksınız.
  Bu yönüyle, kitap benim için bir tekrardan öteye gitmiyor. Yazarın tüm kitaplarını okumuş olduğum için bana artık yeni bir şey söylemiyor.
  Hatta, İstanbul'u anlattığı her kısımda fazlasıyla, anı- yaşantı kitabı "İstanbul"u, sevdiği roman ve romancıları anlattığı kısımlarla "Öteki Renkler"i hatırlattığını söyleyebilirim. Ve zaten Pamuk, artık yalnız bu konuları yazıyor. Farkındayız. Önemli de değil; her yazarın takıntıları vardır.
  Kitabı okumadan fazlaca önyargılı olmuş olabilirim: Eğer böyle bir hataya düştüysem okuduktan sonra tekrar yazarım.
  Benim bu kitabı niye aldığıma gelince; Pamuk yazdığı için zaten alacağım gerçeğini bir yana bırakırsak, yazarın romanlarına konmamış parçalar, notlar, çizimler olduğu için, önemli bir romancının el yazısıyla tuttuğu notları görmeme, evimde saklamama izin vereceği için, aldım bu kitabı.
  Yenilik yok mu? Yenilik saymıyorum ben; ama, "hayat" başlığı altında sigara böreğinin yapılışını bile anlatıyor anlatıcımız. Ayrıntıya düşkünlüğüne rağmen Pamuk bu kadar gündelik bir ayrıntıyı genelde yazmazdı. Kitaplarında kadın kahramanlar siliktir; ama annesi, tüm romanlarının resmi, ismi olan, gözümüzde canlandırılabilen tek kadını olarak görünüyor. Burda da böreği yapan, Pamuk'un annesi Şeküre Hanım'dır.
  Daha pek çok şey yazılabilir: Benimse derdim -bu kez- yazmak değil, okumak.
  Siz de alın, okuyun okutun. Pamuk'un denemeleri, romanlarından daha keyiflidir benim için. Elinizde kahveniz, göl kıyısında Pamuk denemeleri okumadıysanız, bu hayattaki en büyük keyiflerden birini kaçırıyorsunuz demektir.
  Yeni notlarımla yeniden yazacağım.
 
  Pamuk'un manzarası daim olsun.

19 Ağustos 2010 Perşembe

29. İstanbul Beyazıt Kitap Fuarı


  Her sene buraya yazmam bir gelenek haline geldi. Bu yıl da yazmasam içim rahat etmezdi. (Bu yazı Milliyet Blog'da yayımlandığı için böyle bir cümle kurdum tabii. Geçen yıllardaki fuar yazılarım için, Milliyet Blog'daki sayfama gidebilirsiniz.)
 
  Sultanahmet Kitap Fuarı'ndan bahsediyorum. Ramazan'da, Sultanahmet Camii avlusuna konuşlandırılan kitap odacıklarının bu yıl bir farkı var: Artık Beyazıt Meydanı'nda yer alıyorlar. Onlar için özel ve büyük bir çadır yapılmış ve böyle çok daha derli toplu olmuş.
 
  Dün akşam oradaydım.

  Beyazıt Meydanı, müziğe, coşkuya doyuyordu o saatlerde. Bense iftarımı kitaplarla yaptım.
  Okuma alışkanlıklarım, kitaplara ve kitapçılara bakış açım gün be gün- içine girdikçe- değişiyor, şaşkınlıkla bunu fark ettim. Çünkü ben sadece dört yayınevine uğradım: Kubbealtı, Ötüken, Akçağ ve Dergâh. Çok eskilerde, "Ölü Canlar"ı herhangi bir yerden alırdım belki; ama şimdi, en önce eseri kimin çevirdiğine ve eserin naif sırtını hangi yayınevine dayadığını bilmem gerekiyor. Bu dört yayınevi de, Türkoloji alanında hangi kitabı alsam içimi rahat ettiriyor.
  Kitap fuarının benim açımdan önemi ise şu: Burada kitaplar Tüyap'takinden daha büyük indirimlerle satılıyor. Ve, mahiyet olarak biraz daha muhafazakar yayınevleri genellikle bir tek bu fuarda bulunuyor. Onun için, bu yayınevlerinden almak istediğim kitaplar varsa, neredeyse bir sene bu fuarı bekliyorum diyebilirim. Elimdeki pek çok kılavuz kitabı ben bu fuardan aldım, size de tavsiye ederim.
  Gelelim benim fuardan neler aldığıma ( Kitapların hepsini, borçlandığım yakınım sayesinde "veresiye" aldım; bu vesileyle kendisine de teşekkür edeyim).

   
  En önemli fırsatı Ötüken Türkçe Sözlük'le yakalamış oldum. Normalde 300 liraya satılan beş ciltlik sözlüğü 190 liraya aldım. Sözlüğün hikâyesini de görevliden dinledim bu vesileyle. Bu sözlük, Türkçenin en büyük sözlüğü. 246 bin sözcük içeriyor. Sözlüğün derleyicisi Yaşar Çağbayır, emekli bir edebiyat öğretmeni. Kendisine sorulan iki kelimenin anlamını bir türlü bulamıyor ve onları ararken taradığı eserlerden sonra, 38 yıllık bir emekle bu sözlük ortaya çıkıyor.( İyi ki ömrünü güzel işlere adayan insanlar var.)
  Orhun Yazıtları'ndan bugüne 18 bin Türkçe eseri taramış Yaşar Çağbayır. Ve bu sayede, kelimelerin kökenlerini, Osmanlıca yazılışlarını, Göktürkçe, Uygurca kelimeleri, yöresel ağızlara ait söyleyişleri içeren bir sözlük olmuş elimdeki. "Bu kelime kesin yoktur." diyerek aradığınız yerel kelimeleri mutlaka buluyorsunuz. Dün tecrübe ettik.
  Çıktığı andan itibaren çok rağbet gören Kubbealtı Misalli Türkçe Sözlük'ten bir hafta sonra çıkmış bu lugat. "Pek çok kişi pişman oldu." deyiverdi yayıncısı.
  Ayrıca içinden bir cd çıkıyor. Bu cd, aktivasyon kodu içeriyor. Sitesine üye oluyorsunuz ve her kelime güncellemesi, eklemesinde size bildiriliyor. Benim ilk anda çok beğendiğim bir sözlük oldu Ötüken Türkçe Sözlük; kelimelerin sergüzeştine meraklıysanız ve evinizde her şeyi içeren tek bir sözlük olsun istiyorsanız, tavsiyemdir. Fuar süresince indirimli olduğu için kaçırmayın.
  Ötüken'den bir de, İbrahim Kafesoğlu'nun Türk tarihini, kültürel ve sosyal hayatını anlatan kılavuz eseri "Türk Milli Kültürü"nü aldım. 20 liraydı, sözlük aldığım için 10 liraya düşürüldü.
  Kubbealtı'nın çoğu kitabını topladığım için ve Kubbealtı pek yeni yayın yapmadığından oradan bir şey alamadım. Burada tavsiye edebileceğim kitap, hocamın emekleriyle basılan Yahya Kemal'in "Kendi Gök Kubbemiz" kitabının özel prestij basımı. Bu turkuaz renkli, şık kitaptan yalnız 1000 adet basıldı ve her kitabın arkasında numara var. Benim bulduğum 646 numaraydı. Kitap koleksiyonerlerinin ilgisini çekecektir.
  Akçağ'a gelince... Fuarın en güzel indirimleri şüphesiz ki burada yapılıyor. Önemli eserleri hakikaten ucuz fiyatlara alabiliyorsunuz. Tüm Türk klasikleri, ilk romanlarımız burada 2-4 lira arasında. Ben buradan,


 1. Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün "Nasrettin Hoca"sını (2.5 lira),
 2. Yine Köprülü'nün "Divan Edebiyatı Antolojisi"ni (9 lira),
 3. Osman Kibar'ın "Türk Kültüründe Ad Verme" adlı tasnif denemesini (3 lira),
 4. Prof. Dr. Saim Sakaoğlu'nun "Türk Gölge Oyunu Karagöz"ünü (7.25 lira),
 5. 1920'den 2000'e romanlarımızı ele alan Doç. Dr. Mehmet Narlı'nın "Roman Neyi Anlatır"ını (7.5 lira),
 6. Ve sadece 1.75 liraya, Oğuz Ünalmış'ın "Şairler ve Yazarlar Sözlüğü"nü aldım. ( Sonuncuyu ben aldım, üzgünüm.)

  İndirimi şöyle anlatabilirim: Mesela "Divan Edebiyatı Antolojisi"nin indirimsiz fiyatı 25 liraydı.
  Sonraki durağım Dergâh'tı. Burada %30 indirim yapılıyor. Ama ben ucundan kıyısından bir yayıncı olduğumdan % 45 indirimle aldım kitapları. Bende olmayan tüm Tanpınar'ları topladım. ( Tanpınar, en sevdiğim yazar, malumunuz.)

 "Hikâyeler", tamamlayamadan vefat ettiği kitabı "Aydaki Kadın", "Edebiyat Üzerine Makaleleler", "Mektuplar"ı ve "Sahnenin Dışındakiler". Normalde, 106 lira tutan bu kitapları, burada 74 liraya alabilirsiniz.
  Bir bibliyofilin gözü, en azından bir süreliğine kitaba doydu burada.
  En keyiflisi de, aldıklarımı güzel bir Türk kahvesiyle taçlandırmaktı.
  Fuar, 17 Ağustos'ta başladı, 5 Eylül'e dek sürecek. 240 yayınevinin bulunduğu, klima ve ferah salonuyla yazın iyi bir kaçış yeri olacak bu fuarı, 11.00- 24.00 saatleri arasında gezebilirsiniz.
  Fark etmediğim güzel kitaplar varsa, n'olur bana da bildirin.


                                                                  * * *
NOT 1: En son okuduğum kitap: Eylülde satışa sunulacak olan, Mine Söğüt'ün yeni kitabı "Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey"
Bu aralar: Yine Mine Söğüt'ün "Kırmızı Zaman"ını okuyorum.
NOT 2: Sevgi Soysal'ın "Yürümek" adlı romanının Ela'sı, Tenten çevirmeni ve Reşat Nuri Güntekin'in biricik kızı Ela Güntekin vefat etti. Yeri, edebiyat cenneti olsun.

3 Ağustos 2010 Salı

Bir Yayınevinde Çalışmak

  Büyü dünyasına adım attığım ilk gün, hani kapıdan çıkıp o kitap mabedine ulaştığımda ne hissediyor idiysem, aylar sonra bugün hâlâ aynı hisleri besliyorum. Her gün koşa koşa gittiğim, mis gibi kağıt, mis gibi mürekkep kokan güzel dünyam…
  Şeyh Edebali’nin oğluna söylediği, “İnsan, sevdiği işte olursa çalışmış ve yorulmuş olmaz.” sözünü, 18 yıllık okul hayatımın sonunda, bugün hakkıyla kavradım işte. Ben büyü dünyasında hiçbir zaman çalışmış ve hiçbir zaman yorulmuş olmuyorum, olmayacağım. Ve, uyandığım her gün: “Ben şunu olmak isterdim; ama kısmet olmadı…” diyenlerin çoğunlukta olduğu bir dünyada, hep istediğim işi yapıyor olmanın şükürleri içinde olacağım.
  Kitaba inanan birileri var. Kitaba öyle inanan ki, kitap avcılığı yapan, paragraflarla, satır satır kitabın sayfalarıyla bir kuyumcu gibi uğraşan. Bir büyü dünyası. Bir yayınevi.
  Üst katta bir kitabın mimarı editörler, bir alt katta kitabı tüm hatalarından ayıran, iğneyle kuyu kazan düzeltmen ve sonra, kelime kelime ciltlerce kitabı dizen, düzelten, baştan oluşturan, onları okuduğumuz hâle getiren grafikerler. Odası kitaptan, dergiden geçilmeyen, dış kapıdan baktığımda kitaplarından yüzünü göremediğim danışman ve umman romancı. Kütüphane, kitabın dış dünyaya açıldığı satış ve pazarlama bölümü, yazarın ve kelimenin hakkını arayan telif hakları dış ilişkiler kısmı ve sonra, asıl mimar genel yayın yönetmeni. Düşünün ki, hepsi bir büyü için, bir kitabı size ulaştırmak için, size yeni dünyalar açmak için çalışıyor. Bir kelime için, bir kitabı tarıyor; sizin umursamayacağınız bir iki harf hatasını telaş içinde düzeltiyor.
  Bir büyü dünyası burası. Bütün gün kitaplarla uğraştığın, bütün gün kitabı konuştuğun. Yaşar Kemallerin, Cevat Çapanların gezdiği, çoğu yazardan mektuplar aldığın, her gün yüzlerce kitap dosyasının gönderildiği, dergilerle edebiyata, felsefeye, sanata hizmet ettiğin. Konuşmalarında örneklerin hep kitaplardan verildiği yer burası.
  Bir yayınevi.
  “Büyü dünyası” dememi lütfen sıradan bir benzetme olarak görmeyin. Öyle değil. Bu benzetmenin iki sebebi var: Birincisi, kitap okumayı, kitap yazmayı bir meslek haline getirenlerin yeri burası. Evde açtığın her sayfada yeni bir kimliğe dönüşmenin, bir başına okuduğun romanların, sana aşk getiren, seni evrene aşık eden şiirlerin eline ulaşmasını sağlayan yer. Bir bakıma, seni gerçek ve sıkıcı dünyadan alıkoyup cennete koyan, bir bakıma da hayallerden alıp gerçeğe veren.
  Charlie’nin Çikolata Fabrikası” gibi renkli ve büyülü bir fabrika; kalemin kağıda dokunduğu sesle, Mevlâna’nın sarrafın çekiç sesine sema etmeye başlaması gibi, benim de beynimi döndüren bir aşkın karargâhı.
  İkinci sebep, pek çok meslek için de geçerli olan; ama sanat işin içine girince daha da kutsal olan bir yön. İlahi emirle bir adamın beynine düşünce kırpıntıları serpiştirilir ve sonra harf ve sonra kelime olur. Yayınevine ulaşan kelimeler, ince ince dizilir, koşuşturma, telaş içinde sayfaları düzenlenir, kapaklar yapılır, herkes kelimeyi olabildiğince kusursuz hale getirmeye çalışır.
  Ve dünyadaki en mucizevi şeylerden biri, beyinde dönenip duran kelimenin kitap haline gelişini görmektir.
  Kitabın yazarı, onu o halde görünce duygulanıp ağlıyordur şüphesiz. Ama unutmayın, kelimenin kitap halini görünce başkaları da ağlıyor.
  Ne ile uğraşırsan o konu hakkında bilgi sahibi olursun. Düşün ki, bütün gün kitaplarla uğraşıyor, kitapları virgülüne kadar didikliyor, edebiyat dergilerinin oluşturulmasına tanık oluyor ve bu aşamada yalnız düş kurucularla, yazarlarla muhatap oluyorsun. Bir gün bir mektup geliyor kargodan, Orhan Veli’nin kardeşi Füruzan Yolyapan’dan. Küçüklüğünden beri kurduğun hayalin önünde durmasına inanamıyorsun.
  Güven Turan’ın odasına gidiyor, gençliğinde Behçet Necatigil’le nasıl meyhane arkadaşlığı yaptıklarını, Bilge Karasu’nun ona nasıl öğretmenlik yaptığını, dahası Güven Turan’ın romanlarını nasıl yazdığını dinlediğinde, sen artık anladın ki, buraya aitsin.
  Yeni tarzları bilmiyorum. Ben hâlâ Ahmet İhsan’ın kurduğu yayınevlerinde, Ahmet Mithat Efendi’nin tefrika romanlarında kahramanı öldürünce gazeteyi basan ahalide, henüz on altı- on yedi yaşlarında Babıâli’ye giren Namık Kemal’deyim. Kitap, dergi ve gazete yalnız usta-çırak yöntemiyle devam eder, diye düşünürüm. Hayatımda en özendiğim cümle, Haydar Ergülen’in bana söylediği: “Cemal Ağabey de böyle yapardı.” cümlesidir. En özendiğim anı, Selim İleri’nin Behçet Necatigil’in çalışma odasına gittiğini anlattığı. Bir gün ben de bu cümleleri kurmak, bu anıları anlatmak aşkıyla yaşıyorum.
  Onun içindir ki, beni, salt bir edebiyat aşığını alıp eski usullerle yetiştiren, edebiyatı öğreten dev çınarlar için ve sonunda bu işi adamakıllı öğrenip yine kitaba hizmet etmek için kalkıyorum her sabah yatağımdan.
  Asıl mucizesi sözün kutsallığı olan bir dine mensup olunca, söze hizmet etmek de mucize oluverir. Ve her kitap, dört büyük kitaba öykünüp yazılmıştır. Bu isyanı görmek için kalkıyorum her sabah.
  Siz… Bir kitabı okuyun. Sadece anlattıkları için değil. Bazen yazarıyla empati kurarak. Bazense, size o kitabı kazandıranları düşünerek, kitapların künyesinde adı geçen emek verenleri de anarak. Çünkü ben artık hep öyle yapıyorum.
  Ve, her virgülde, kitaplar için çalıştığım her dakikada ilk şairimiz Çuçu’dan bugüne selam ettiğimi, miraslarına sahip çıktığımı bilmenin huzuru var.
  Şükran doluyum.