29 Ocak 2011 Cumartesi

Gündelik-II: Frida Kahlo, Kot İşçileri Konseri, Özdemir Asaf

   Size son yazımda bahsettiğim, silikozis hastası kot işçileri yararına düzenlenen konserdeydim 25 Ocak akşamı. Bir saat belgesel gösterimini de katınca beş saat süren, yorucu bir konserdi. Ancak hiçbir konserde örneğine rastlayamayacağınız çeşitlilikte olduğunu söyleyebilirim. Her yöreden türkülerle Türk Halk Müziği, rock, pop, ritm, dans, belki bir nebze arya... Tüm destekçi sanatçılara ve derneğin kurucuları, emekçileri Yasemin Göksu ve eşi Mehmet Demir'e teşekkür ederim. Özel bir teşekkür de, İspanya'dan bu konser için gelen ve tüm masraflarını kendisi arşılayan Oryantal Christiane Azem için. Gecenin yıldızları ise bence- Leman Sam sevdama rağmen- Mor ve Ötesi'yle Marsis'ti.


Konser arasında, derneğe ait ve yine bağış amaçlı rozetler, afişler, gösterimi yapılan belgeselin ve silikozis konulu kısa film “Dönüş”ün cd'leri satıldı. Ben Serdar Yıldırım'ın çektiği bu filmi ne zamandır merak ediyor ve arıyordum, tabii bu fırsatı kaçırmadım.
   Gece yarısına doğru bittiği için oldukça yorulsam da, gidebildiğim için gerçekten mutluyum.

   Yeri gelmişken bu bağış konserlerine nasıl baktığımdan da söz edeyim: Bu, bana etik gelmiyor. Yani yaptığınız bağışın karşılığını aldığınız zaman aslında bağış yapmış sayılmayabilirsiniz bile. Kurumlar, bağışları artırmak ve seslerini duyurmak için elbette böyle etkinlikleri düzenlemek zorunda kalıyorlar. Bu konserlere gidip onları desteklemek önemliyse de, seyircinin bunun gerçek bir yardım olmadığını bilmesi gerek. Bunun gibi karşılığını aldığın hiçbir yardım da gerçek bir bağış sayılmaz bana kalırsa. O sebeple asıl destekçiler, derneği bu zamana kadar yaşatan o isimsiz ve yardımsever insanlardır.
   Konserin sonunda sahneye çıkan silikozis hastalarını ve küçük çocuklarını görünce hakikaten çok üzüldüm. Para için canlara kıyılıyor. Düşünün, bu fotoğraftaki çocuklar, eğer babaları tedavi edilemezse, yakın zamanda babasız kalacaklar. Yalın gerçek bu. Ne olur, siz de elinizden geldiğince duyurun bu mücadeleyi. Hayatımız, yemekten içmekten uyumaktan ibaret olmasın, bir canı belki kurtarırsınız; hayatımızı anlamlandırırız.

                                                                             * * *
Kocası Rivera'yı kucağına almış Frida
Frida Kahlo, Evreni Kucaklayan Aşk, Toprak(Meksika), Ben, Diego ve Senyor Xoleti, 1949
Bunun ardından bahsetmek biraz yersiz olacak. Ama ha yazdım ha yazacağım derken neredeyse sergi sonlanacak diye hakkında bir iki kelam edeyim dedim. Frida Kahlo ve eşi Diego Rivera'nın resim sergisinden bahsediyorum. Benim gibi resmin teknik tarafından çok fazla anlamayan biri için bile büyüleyici bir sergiydi. Frida'nın otoportreleri, neşeli renkleri sizi o anda çarpmasa bile sergiden çıktığınızda aklınıza kazınıyor; olur olmadık yerlerde hatırlıyorsunuz. Rivera, Frida'dan daha kıdemli bir ressam; fakat ben yine de Frida'yı tercih ederim.
   Pera Müzesi'nde 20 Mart'a kadar sürecek bu sergi, Türkiye'ye ilk kez geliyor.
   Renkli ve kendine has kıyafetleriyle, Rivera'yla yaşadıkları sallantılı aşkla hep merak uyandıran bir kadın oldu, hatta filmi bile çekildi Frida Kahlo'nun. Müzenin bir köşesinde, onun hayatını anlatan bir belgesel de dönüyor sürekli, izleyebilirsiniz.

Karakalem. Ayrıntılar insanı sarsıyor.
   Genç kızlığında, yaşlı bir adam olan Rivera'yı daha tanımadan sanatına âşık olup onunla evleneceğini söyleyen, sonunda haklı çıkan, Rivera'dan bir çocuk hayatının büyük isteğiyken hastalığı sebebiyle çocuk sahibi olamayan Kahlo'nun tabloları, onun hayatı bilindiğinde daha da anlam kazanıyor. Sürrealist resme yöneldiğinde hep ayakları çizmiş (bir ayağı daha kısa olduğu için; ömrü boyunca, ona tarzını kazandıran uzun etekleri giymesinin sebebi de bu) ve düşük yaptığında çizdiği cenin resmi, kanaması olduğunda Rivera'nın onu çizdiği resim beni sarstı. Acısını resimden bile hissettim, çok çarpıcı; muhakkak görmelisiniz.

Frida'nın ilk sergisine ait bir davetiye de sergilenenler arasında.



Gitmişken realist Rus resimlerini de görmek şahane oldu. Bu tablolar da Rus Devlet Müzesi'nden ilk kez getiriliyor. Tolstoy'un da bir portresinin bulunduğu bu sergiyi anlatacak kelime bulamıyorum; çünkü ben hakiki anlamda Rus ressamları hayranıyım. Gerçekliğe, renklere hayretle bakmamak elde değil. Simsiyah bir fonda, simsiyah kıyafetiyle çizilen bir portrenin nasıl da fonla karışmadığını, kadifeymiş gibi görünen elbiseleri (Resimde bunu nasıl yaparlar, aklım almıyor), devasa bir pazar yeri tablosu (şaheser), hepsi hepsi birer şaheserdi. Bunların bir ikisini burda paylaşsam bile yakından görmenizi tavsiye edeceğim; çünkü burada hakikaten sıradan birer resim gibi görünüyor. Fırçaların izine kadar görebildiğiniz bu resimleri yakından görmeden ve realist sanatı tanımadan hakikaten hiçbir sanatla uğraşmamak gerek. Bu resimlerle Tolstoy'un, Dostoyevski'nin eserleri adeta canlanıyor.
Nikolay Yaroşenko, Yazar Lev Tolstoy'un Portresi, 1894

Kapiton Zelentsov, Piyotr Basin'in Atölyesi, 1833

 

Bu, yaklaşık 3 metre boyutunda bir resimdi. Mutlaka yakından görülmesini öneririm.
Konstantin Makovski, Maslenitsa Bayramı'nda St.Petersburg'da Admialteyski Bulvarı, 1869
   Alt kattaki Oryantalist koleksiyon sergisinde Osmanlı'yı resmeden tablolar, “Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı ünlü tablonun aslı, Osman Hamdi Bey'in diğer bir iki tablosu ve dönemin İstanbul'unu da gitmişken görünüz. Bilen bilir, kahvehane araştırmacısıyım; kahvehaneye ait tablolar zaten beni heyecanlandırmaya yetti. Bu sergiye ikinci kez gidiyorum ve bu seferde de ilki kadar hayran oldum. Hareme dair tartışmalar da bu denli artmışken gidip yabancı ressamların hayal ettikleri haremi çizdikleri tabloları görmek fena fikir değil.
   Pera Müzesi, Meksika, Rus ve Osmanlı tablolarını (Oryantalist demek daha doğru) aynı anda sunuyor. Hatta eski çağlardan bu yana Anadolu'da kullanılmış ağırlık ve ölçülerinin sekiz binden fazla parçasını da görebilirsiniz müzede.
   Hiçbir sergiye gitmemiş, resmi de fazlaca bilmeyen biri iseniz bile, gözünüzü ve ruhunuzu sadece burayı gezerek bile doyurabileceğinizi iddia edebilirim.
   Kahlo ve Rivera sergisini başladığından beri 25 bin kişi ziyaret etmiş, bunu da belirteyim.
                                                                              * * *

28 Ocak'ta 30. ölüm yıl dönümüydü Türkiye'nin en çok sevilen şairlerinden Özdemir Asaf'ın. “Türkiye'nin en çok sevilen şairlerinden” tamlaması, öylesine bir tamlama değil. Hangi şiirsevere şair ismi sorsam onun adını vermiştir. Benim de küçüklüğümde aldığım üçüncü şiir kitabı ona aitti.
   Kızı Seda Arun o gün Cumhuriyet'te ne güzel dedi:

“... Ama babam: “Bir insan bir insanı bir şey görür, bu hayattır. / Bir insan bir insanı birçok şey görür, bu sevgidir. / Bir insan bir insanı her şey görür, bu aşktır. / Bir insan bir insanı hiçbir şey görür, bu doğu’dur. / Bir insan bir insanı görmez, bu ölümdür” der.
   İki ay süren kısa hastalığının ardından babam gitti. Benim babamı “görmez”liğim 30 yıldır devam ediyor.
   Ama Özdemir Asaf yaşıyor.”
                                                                   * * *
Not: Bir kehanet mi gerçekleşiyor: Amazon, 2010 yılının ilk üç ayında sattığı e-kitap sayısının basılı kitabı geçtiğini duyurdu.

23 Ocak 2011 Pazar

Size, Giydiğiniz O Kotlar Yüzünden İnsanlar Ölüyor Desem?

 
                             

   Size şimdi bahsedeceğim şey, sadece vicdansızca değil, şerefsizce bir şey.

   Oturduğumuz yerde bizler, daha iyi yiyemediğimiz, Ağaoğlu'nun tepesi bahçeli evlerini alamadığımız için üzülüp duralım, patır patır ölüyor insanlar.
   Çarklar dönüyor. Her ay Vogue'larda ışıltılı tarafını gördüğümüz, âşık olduğumuz hayatın arka planı merdiven altlarında yaşanıyor. Bilmiyoruz.
   Ben de en fazla bir sene önce öğrendim.
   Tüm Türkiye, bundan altı sene önce. Dünya, tekstilde bu hastalığın yaşandığını bile bilmiyordu; çünkü ilk kez Türkiye'de yaşandı.
   Silikozis'ten bahsediyorum.
   Maden işçilerinin 20-30 yılda yakalandığı bu hastalığa, aşırı silisyum koklamaktan bir senede kapılan kot ağartma işçilerinden söz ediyorum. Bunu öğrendiğimden beri de, ağartılmış kotları giymekten utanıyor, bu kotları giyenlerden de nefret ediyorum.
   Bilmeyenler için anlatayım: Kot ağartma işlemi, Türkiye'de gelişmemiş semtlerin merdiven altı atölyelerinde yapılıyor. Dünyada makinelerce yapılan bu işlem, Türkiye'de ucuz diye insanlara yaptırılıyor. Bu kumu solumak ölümcül bir hastalık olan “silikozis”e sebep oluyor; ama bunu ayda 350, 400 liraya (Evet, aldıkları para bu) sabah 08.00'den akşam 19.00'a kadar kum soluyan işçilerin hiçbiri bilmiyor.
   Çoğu fason atölye olan bu yerlerde dünyanın büyük markalarının da kotları ağartılıyor.
   İşçilere, haftada bir maske vermişler, dalga geçer gibi.
   Atölyelerin sahipleri bunu biliyor, bilmez mi; şerefsizcesine biliyor. Onun için, bir gün bulunmamak adına işçilerinin hiçbirine sigorta yapmıyor, işyerlerini kapatıp başka yerlere gidiyor.
   O kumu uzun süreli solumak bu hastalığa sebep veriyor olmasına rağmen o insan diyemeyeceğim iş sahipleri, kapıları açıp içeriyi havalandırmak varken kumlar gitmesin diye kapıları sıkı sıkı kapattırıyor. Patır patır ölümleri hiç düşünmeden.
   İşçilerin hiçbiri bilmiyor, dedim. Öksürük, nefes darlığı, sonradan kan kusma gibi belirtileri olan hastalığın sonraki evrelerinde kişi artık yürüyemez hale geliyor. İşçisinin birinin merdivenleri çıkmakta zorlandığını gören şerefsiz iş sahibi, anlıyor onun bu hastalığa yakalandığını: “Git, biraz köyünde dinlen.” diyor. İyilik yaptığını sanıyor işçi, ne bilsin.
   Köylerine dönüyorlar. Ölümler başlıyor. Anlayamıyorlar; çünkü bu hastalığa daha önce kumlama işi yapanlarda rastlanmamış. Tüberküloz sanıyor bazı doktorlar. Kumlama yapılanlarda rastlanmamış; çünkü ölmüşler. 15-25 yaş arasındaki bu gençlerin eceliyle öldüğünü sandılar besbelli.
   Ölüyorlar; çünkü hastalıklarını doktorlar anlamıyor. Hafif vakalar belki önlenebiliyor. Ağır vakalara akciğer nakli Türkiye'de yapılamıyor. Tam bir tedavisi de yok aslına bakarsanız. Belki önlenebilir, belki son günlerini daha iyi geçirebilirler. Belki destek olunursa tedavisi de bulunabilir.
   Bir işçi- o da öldü- hastalığını askere gittiğinde öğreniyor. Çürüğe çıktığında, koşamadığında ağır hasta olduğunu söylüyorlar. İlk kez “kumlama hastalığı”na yakalandığını, bu işin onu hasta ettiğini o zaman duyuyor.
   Şimdi hepsi köylerinde, bildiklerimizin yanında bilmediklerimiz de şu an çalışarak, kimi ölümü bekleyerek bu işi sürdürüyorlar.
   “Çoluğumuz çocuğumuz var. Durumumuz ağırlaşıyor. Merdivenaltlarında bize kıydılar. Böyle olduğunu bilmiyorduk. Fukaralıktan bu yerlere geldik, çalıştık. Sağlık Bakanlığı izin vermemeliydi. Çalıştığımız yerler şimdi kapanmış. Kimden hesap soralım?” diyor şimdi bir işçi.

   Her gün birinin ölüm haberini alıyoruz. Çoğu evli, çocuklu olan bu insanların yaşayanlarının tek derdi ise, artık çalışamadıkları için evlerini geçindirme kaygısı. Öyle naif, öyle canını bilmez.
   Ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan'ın sözlerine ne denir, bilmiyorum:
   "Hastanın yurtdışına gitmesi lazım. Nasıl gidecek? Bir tanesi bu umutla geldi bize, ciğerleri mamen bitmiş artık, yurtdışı için rapor verecektik. Ama köyüne ölmeye gönderdik. Bu insan 22 yaşındaydı. Dal gibi çocuklar ölecek. Tam bir dram... "

    Ya bir hastaya, hastalığı bilmediklerini, nasıl olduğunu sorduklarında verdiği cevap?

   “Hocam, kot kumlamaya gelirsin, sonra hasta olur, köyüne döner ölürsün. Buna kumlama hastalığı derler.”
   Duyarlı öncüler sayesinde, artık işçilerin sesleri duyuluyor. Sağlık Bakanlığı kum taşlama işini yasakladı. Ama, zaten çoğu zaman merdiven altında yapılan bu iş için kayıt tutulmuyordu. İşçiler, bu işte çalıştıklarını ispat ederse devlet onları ücretsiz tedavi etmeye karar verdi. Ama, hiçbirinin sigortası yoktu; kaldı ki, işyerleri de kapatılmıştı. “Malulen emekli” olmak istiyorlar; çünkü artık çalışamıyorlar. (Bu insanların 15-25, en fazla 30 yaşında olduklarını hatırlatırım)
   Çalışma Bakanlığı Müfettişi'nin kendisine: “Çok fazla ihracatımız var. Bu işi fazla kurcalamayalım.” dediğini söylüyor öte yandan doktor. Ve bu insanlar denetim yapmadığı için olan bu ölümler için yine de yargılanamıyorlar. Denetim yapmamalarını bırakın, denetimi engelledikleri için de.
   Şimdi "kotişçileri.org" sitesinde Kot Kumlama Dayanışma Komitesi tarafından bir eylem sürdürülüyor o insanlar için. Ölmelerine çare bulamayacağız; ama hiç değilse, başkalarının bu hastalığa yakalanmasını önleyecek; hastalığa yakalananların tedavi çarelerini arayacak, bu haysiyetsiz işe son vereceğiz. Hiçbir şey yapılamazsa, ölenlerin ailelerine maaş bağlatılmasına çalışacağız. Bedava muayene olmalarını, buna sebep olanların yargılanmasını sağlayacağız. Maden işçilerinin de bu maddeyi solumaması gerektiğini tüm iş sahiplerine duyuracağız. İşçileri, hayatları pahasına çalıştıkları iş hakkında bilgilendireceğiz.
Biz Neler Yapabiliriz?
  
   Ağartılmış kot giymeyerek başlayacağız işe. (İsveç, Türkiye'den kot almayı bu sebeple yasakladı.) Sonra bunu etrafımızdaki insanlara anlatacağız. Ağartılmış kot giyenlerin kendilerini kötü hissetmelerini sağlayacağız; çünkü biliyoruz ki pek çok dünya markası üretimlerini Türkiye'de yapıyor. Siteye girip, şu bölüme imzamızı atacağız, haklarını kazanmaları için onlara destek olacağız:       http://www.kotiscileri.org/kategori/imza-at
   Ve hafif vakaların tedavi edilmesi ve ağır vakalara yurtdışında akciğer nakli yapılabilmesi için (Türkiye'de hiçbir nakil başarılı olamamış şimdiye kadar), ailelerini de düşünerek 25 Ocak'taki geliri onlara bağışlanacak “Sesimiz Nefesiniz 2” konserine Biletix'ten bilet alacağız. Alabildiğimiz kadarını alacağız.
   Hiçbir şey yapamasak herkese duyuracağız seslerini.
   Şu an, denetlenememiş pek çok yerde, şehirde, Alibeyköy, İkitelli, Gaziosmanpaşa gibi semtlerde bu işçilerin çalıştığını düşünerek.
   Şerefsizlere para ve can yedirmemek için.
   Buna önce moda blogları katılmalı. Modacılar kınamalı.
   Bir insan, buna da sessiz kalırsa niçin yaşar?

 
 
Kaynaklar: Ntvmsnbc, Radikal, Bianet.org, Kotişçileri.org'dan alınan bilgilerle yazılmış bir yazıdır.

21 Ocak 2011 Cuma

Ekslibris ve Rüya Gibi Bir Sürpriz

   Sınırlı vaktimde pek çok işe yetişmeye çalıştığım için hiçbir işimi tam yapamıyorum bu aralar (Aslında bir senedir).
   Onun için size detaylı bir ekslibris yazısı yazamayacağım için üzgünüm. Derleyip güzelce toparlayıp daha sonra da yazabilirdim; ancak bundan hemen bahsetmezsem olmaz:)
   Zeynep, benim internetten tanıştığım arkadaşlarımdan biri. İnternetten pek çok insanla tanıştım, kimileriyle can ciğer dost olduk. Ve bu maceramda şaşırtıcı bir şekilde gördüm ki, ekran karşısında hiç görmediğin insanların kimine hakikaten yakınlık duyabiliyorsun.
   Birkaç ay evvel, ortak noktamız olan edebiyat sayesinde tanıştığımız Zeynep de onlardan. Benim bir sohbet esnasında (Twitter'da) kendime ait bir ekslibris istediğimi okuyan Zeynep, kolları sıvamış, bir arkadaşına saatlerce uğraşmaları sonucu benim için bir çizim yaptırmış, onları bastırmış ve Frida Kahlo Sergisi'ne (Bu sergiden bahsedeceğim) gittiğim haberini alır almaz ressamın hayatıyla ilgili, gerçekten alma hayalleri kurduğum bir kitapla- ve güzelim bir mektupla- paketleyerek bana göndermiş.
   Hiç tanımadığı ya da henüz yüz yüze görüşemediği bir insan için.
   Bazı anlarda yaşamak tadına doyulmayacak kadar leziz oluyor. O günden beri içim içime sığmıyor desem yeridir. Hemen kitaplarıma yapıştırdım, size de göstereyim. (Fotoğraf kalitesi biraz düşük, şimdiden özür dilerim.)
   Yeniden teşekkür ederim Zeynep. (Çizimi yapan Melek'e de teşekkürlerimi ilet.)



                                                                             




    Ekslibris nedir, ondan da bahsedeyim. Kitap seviyorsanız kitaplarınızı ödünç alan ve geri getirmeyen birkaç azılı düşmanınız(!) kesinlikle vardır. (Bu durumdan nefret ediyorum) Çoğu zaman bu kitaplar karışır, sahibi bulunamaz; siz de kitabın size ait olduğunu ispatlayamazsınız. Bunun için kitabın iç kapağına, kitabın size ait olduğunu belirten bir iz koyuyorsunuz. Sadece bunun için de değil, kitabınızı süslemek, size ait hale getirmek için de yapıyorsunuz bunu. İşte bu iz, sizin için çizilen ve tüm kitaplarınızın iç sayfasına yapıştırdığınız, üstünüzde isminizin yazdığı bir resim oluyor.
   Ekslibrisler, zamanla sanatçı ruhlu edebiyatseverlerin estetik zevkine hitap eder hale gelmiş. Elle ya da çeşitli materyallerle çizilen kişisel resimler, ekslibris ustaları, olağanüstü ekslibrisler ortaya çıkmış. Yarışmalar düzenlenmiş.
   Kelime anlamı olarak "...nın kütüphanesinden" anlamı taşıyor. Yani "Ekslibris Özge" derseniz, "Özge'nin kütüphanesinden" demek oluyor.
   Ekslibris benim ilgi alanım. Kitap ve resim bağımlılığımın bir sonucu. Bir gün benim de mutlaka yapmak istediğim bir uğraş.

   Türkiye'de Ekslibris'lerin sergilendiği, satıldığı bir derneği var. Buranın sayfasından sizin için birkaç örnek aldım.
   Türkiye'de en ünlü ekslibris ustalarından olan, aynı zamanda derneğin ve Exlibris Müzesi Müdürü Hasip Pektaş'ı da bu vesileyle analım.


  

 Ve onun ekslibrislerinden birkaç örnek:







İstanbul Ekslibris Müzesi'nden bir kare ve eskilere ait bir ekslibris:


17 Ocak 2011 Pazartesi

EŞYA


  
   Eşyaya düşkünlük karakterimdir.
   Düşkünlük yerine "bağımlılık" demek daha doğru olurdu. Ancak bu kez tevriyenin güzelliğine sığınıp (yazmanın en çok bu yönünü sevdiğimi kimden saklamalı) "düşkün" kelimesini iki anlamında da kullandığımı belirteyim.
   Ve şey'in çoğulu olan, dolayısıyla tüm varlığı karşılayan bir kelime de olduğu için, diyebilirim ki tüm insanlık da eşyaya düşkündür.
   İlgilendiği alanla ilgili her ayrıntı insanı etkiler; bu eşyaya da sirayet eder. Çok Tanrılı dinlerin, putperestliğin zayıflasa da bitmemiş gen aktarımı vesilesiyle de, kimi eşyayı simgeleştirirsin. (Putu yasaklayan İslam'a rağmen birçok küçük putumuz olduğunu unutmamak iyidir. Her şey bilinçaltından öyle kolayca atılamıyor ağalar.) O, seni simgeler; sana uğur getirir, anılarını hatırlatır, hediye gelmiştir; ama özeti şudur: Mühimdir.
   İlgilendiğin alanla ilgili ayrıntıları bile isteye kendine benzetirsin. Bu, tıpkı âşık olduğun biriyle ortak yönlerinizi aramak gibidir. Ortak yön olmasa da, zorla oluşturursun. Belki de seni hatırlatmayacak- ya da dünya üzerinde onu en az senin kadar seven milyar adedinde insanın var olması muhtemelken- bir nesneyi, eğip değiştirip törpüleyip sürekli üzerinde taşıyarak zamanla kendine benzer hâle getirmeyi başarırsın. O sanki bir tek sana aittir.
   "Ne zaman baksam seni hatırlatıyor", "Ne zaman bu kokuyu duysam aklıma sen geliyorsun", "Anneannemin evinde vardı bunlar"ın hiç düşünmediğimiz şifresidir bu aslında. Onlar, seni hatırlatmaz. Sen, sırf seni hatırlatsın diye onları özenle seçmişsindir zaten.
   "Anneannemlerin evinde vardı bunlar" cümlesi ise, tam anlamıyla tüm anlatmak istediğimi anlatan, cilveli bir cümle. Sırf şu cümleyi örnek vererek insanın eşyaya düşkünlüğünü kanıtlayabilirim bile. Çünkü biz, eşyaları severiz; onlara dikkat ederiz. İnsanların evlerine gittiğimizde, eşyalarına bakarız. Biz, eşya düşkünüyüz. Çünkü insanın karakteri, eşyanın seçiminde ortaya çıkar, ilk adımda maddi durumundan tutun, önemsedikleri, tutkularını bile ortaya çıkarır şey'ler.
   İşte tüm bunlardan ötürü, insan gerçekliğini anlatmaya kalkıp da asla onların eşyalarından bahsetmeyen romanlar bana hep eksik ve güdük gelir. Yaşayan bir insanın hiçbir eşyasına düşkün olmamasına asla inanmam çünkü. Bu, sadece yetişkinler için değil, oyuncak bebeğine sarılıp uyuyan, yalancı memeyi ağzından çektiğiniz an ağlayan bir bebek için de geçerlidir. Ço-cuk bi-le eş-ya-sı-na ta-par. O, o denli ona aittir ki, kimseyle paylaşmak istemez bu aidiyeti.
   Bu sebeple, eşyamızı başkalarıyla paylaşmak, sanıldığı kadar ufak bir fedakârlık değildir.
   Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Her şey Yerli Yerinde" şiirinde, insanı tamamen es geçip eşyaların aynılığından, statik duruşundan bahsetmesini anlamlı bulurum. Herkes de, bu gerçeğin farkına varmasa da, anlamlı bulmuştur ki, yazarın en ünlü şiirlerinden biridir bu. Uzaktaki bir dolabın azaptaki bir ruh gibi gıcırdaması, bence şairin tahayyülü değildir yalnızca, gerçektir. Ve masanın, sürahinin, bardağın yerli yerinde durması, rutin bir hayatı temsil etmez yalnızca. Huzuru da anlatır. Çünkü ilk kavgada, ilk kavgada, ilk doğum ve ilk ölümde en az bir eşyanın yeri değişecektir. Bunu insan fark etmez. Yalnız eşya bilir.
   Ve eninde sonunda, her şeyin yerli yerinde olması bir yanıyla huzurunsa, bir yanıyla da beklentinin, fırtına öncesi sessizliğin işareti oluverir.
   Eve girmiş birinin ilk baktığı, asla etrafındaki yüzler olmaz, dikkat edin. Evde bir şeylerin ters gidip gitmediğini eşyaların gözlerine bakıp sorar. Eve girer ve etraf dağınıksa o meşhur soru: "N'oldu burda?". Ancak eşyalara bir göz gezdirdikten sonra sorgulayan gözlerle etrafındaki insanlara bakmak aklına gelir. Eşyalar değiştiyse, dağıldıysa, hayat da bir yerinden dağılmıştır.
    Eşyaya düşkünlük deyince hep Tahsin Yücel'in "Kumru Kumru"sunu örnek veririm. Tek örnek o mu, binlercesi var. Don Kişot'ta bile herkesin aklında kalan sahne, yel değirmenlerine saldırdığı değil midir? Serbest bir çağrışımla, aklıma 90'larda furya olan popçu kolyeleri geliyor. "Onu hatırlatan bu eşyayı ben de taşıyayım"dan başka nedir o kolyeyi çok sattıran? Attila İlhan'ın şapkası, Sherlock Holmes'ün piposu. Ya neden Nobel konuşmasını babasının bavulunu anlatmaya ayırmıştı Orhan Pamuk?
   Çünkü eşyayı yazmakta da, okumakta da bir giz var.
   Daktiloya, kalemlere, kâğıtlara bağımlılığım ya da sizin önemli saydığınız herhangi bir eşyanız... Annemin, üstüne on tane daha almış olsa da vazgeçemediği çantası. Aldığım onca kıyafetten birkaç tanesini hakikaten sevmem.(İlginç değil mi hakikaten?) Nasıl tanıştığım insanların kimilerini sevip kimilerini sevmiyorsam, libas da sanki insanmış gibi, bazılarını sevebilmem. Bibliyofil olma, kitap bağımlılığı. Müzelerin varlığı, galeriler, kütüphaneler, arşivler; sadece tarih değil, eşyaya da bağlılığı temsil eder. Kişinin ikinci adıdır eşya, o denli ona aittir. Sade bu sebeple sevdiği sanatçının bir eşyasına milyonlar verir bir hayran. Ölmüş bir yakınının fotoğraflarına baktığında değil; bir küpesini, bir hırkasını gördüğünde ağlaman, duygulanman bundandır.
   Siner eşyaya insan, eşya da insana siner. Zamanla birbirlerine dönüşür, sonunda bir olurlar.
   Ondan gömülürdü eski dönemlerde eşyalarıyla insanlar. Onun için bir şairin şiirin okuduğunuzda değil, eşyalarını gördüğünüzde daha yakın hissedersiniz kendinize.
   Yerleşikliktir eşya. Eşyasızlık göçebeliktir. Dildeki pek çok kelime de "eşya" durumuna göre isimlenmiştir; sandığımızdan çok fazla yer kaplar var olmamızda eşya: Bibliyofil, göçebe, evcil, taş devri, maden... Eşyaların sözlükte ne kadar tuttuğunu zaten tahmin edersiniz.
   Meslek isimleri eşyayla ilişkimize göredir: Züccaciyeci, nalbur, kitapçı, tuhafiyeci, gözlükçü. Eşya ismini almamış meslekler, zihinle ilgilidir. Ama günlük hayatta en çok ihtiyacımız olan, eşya satan satıcılardır (Günlük hayatımızda en çok "eşya"ya ihtiyaç duyduğumuz için olsa gerek). Sanatlar da eşyaya verdiğimiz forma göre çeşitlenir, değişir, değerlenir.
   Çoğu deyim, eşyadan türer, mecaz anlam kazanır; büyür. Zincir, eşya olmaktan çıkıp "tutsaklığı" temsil eder hâle gelir. Bir heykel, anlamının çok dışına çıkıp plaket hâline getirilir, ödüllendirilen kişiye verilir, "başarı" anlamına gelir. Bir lamba, pekâlâ bir partinin sembolü olabilir, "aydınlığı" simgeler.
   Eşya, bizimle bütünleşsin diye vardır: Ayağımızın şeklini alan ayakkabılar, elimize eldivenler, şapkalar, küpe, hatta diş dolguları, gözlük, mideye takılan kelepçe, spiral bile.
   Eşya, insan demektir. Onun için, ölenin bedenini atmaktan daha zordur onun eşyalarını atmak. Tekkelerdeki çile doldurmada bir hücreye kapatılmadan gaye, biraz diğer insanlardan ayrılmaksa biraz da eşyalarından ayrılmaktır. Dış dünyayı özlemen için konduğun hapishanede de avunma diye eşyalarından alıkonursun. Eşyasızlık, seni başka bir insan yapar. Onun için, ölenin bedenini atmaktan daha zordur eşyalarını atmak.
   Eşya, insan demektir. Canlıdır. Nefes alır. Canlı olmasa, eskimez, bozulmazdı. Yalnız canlılar değişime uğrar, bilirsiniz. Eşya da canlıdır. Onun insan eliyle üretilmesi, cansız olduğuna inandırmasın sizi. Belki bir elbiseyi insan yapmıştır; ama onun pamuğu, ipliği, boyası doğadan gelmiştir. Yani canlıdır.
   Siz ağladığınızda eşya da ağlar, güldüğünüzde o da güler. Size artık katlanamadığı an, kırar döker kendini. Bazense, sırf size sevgisinden senelerce rengini bile yitirmemeye gayret eder. Kimisi, bildiğin yaşlanır; ekşi ekşi kokar sonraları. Kimisi, tazelik kokar. Mesela cam çok dikbaşlıdır, özen ister; hemen terk edebilir sizi. Bir ağacın öğüdünü taşıyan ceviz bir masa, sonsuz sadakattedir. Eşya da, sizi sever ya da sizden nefret eder. Üstüne aldığınız notları tutar, boyanır, boyu kısaltılır, düşüp dağılır. Ama o canlı olduğu için hiçbir zaman tamamen yok olmaz. Sen ölsen bile o ölmez. Seni her yüzyılda yeniden yaratır.
   Bazense, insan eliyle süslenip vitrine konur. Sizi bekler, sizi temsil etmeyi, sizinle bütünleşmeyi umar. Bunlar, söz oyunu değil, kişileştirme hiç değil. Eşya canlıdır ve tüm bunları tamamıyle "o" yapar.
   Hiçbir eşyayı atamayışım bundandır. Para verip onları satın almayı hakaret saymam bundan. Bir köşesi çizilmiş daktiloma içimin cız etmesi hep bu sebepten. "Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner".
   Her eşyanın hatırası o kadar ağır ki, canları öyle kıymetli ki, mesela dokuz yıldır her anımı bilmiş bir koltuğu silmek, bunun için en müşkülü.
   Necati Cumalı bahseder ondan, bir bekar evinden; az eşyası var diye bir türlü yerleşilememesinden. Özdemir Asaf bir adım öne geçer, "Tüm emirleri eşya veriyor, dünyayı o yönetiyor; biz emirlerine uyuyoruz" der. "Biz esiriz, köleyiz eşyaya." der. Doğrudur. Böyle söyleyişler, haklı olduğumu, böyle düşünmekte yalnız olmadığımı da hissettiriyor bana, mutluyum.
   Ve ben tüm bu sebeplerden, nerede bir insan görsem eşyasını değil; nerede bir eşya görsem insanını düşünürüm.