18 Mart 2010 Perşembe

Bir Kitap Neleri Kaybettirir?

Bir tutunamayan: Oğuz Atay.


Kitapların ne kazandırdığı sorulur sık sık. Yanıtlar verilir. En iyi dosttur, yeni ufuklar açar, eğlendirir, öğretir, sevdirir. Tavsiye edilir.
Oysa, asıl bir kitabın neleri kaybettirdiği sorulmalıydı.
Bir dünyam vardı, sıklıkla eleştirilen. “Hadi çık ordan, fazla hayal kurma.”denen. Pollyannalıkla, kimi zaman fazla hayalperest olmakla suçlanırken, ben soluğu yine o tavan arasında alıyordum. Alıyordum hayat kurtarıcımı, Passiflora’m kitapları elime ve her şey geçmiş oluyordu, artık kimse bana zarar veremezdi. İşte yine, kimsenin giremediği güzel dünyamdaydım.
Alay ettiklerinde oraya sığındım, aldatıldığımda, ağlatıldığımda oraya. Bir kitaptı, hayatın elinden çekip alan beni. İstisnasız hepsini seviyordum, beni işe yarar yapıyorlardı üstelik: Elinden hiçbir iş gelmeyen bir kızın tek becerisi oluyordu kitap okumak. Saygı görüyordum.

Ve sonra, çekine çekine sığmaya çalıştığım günlük yaşama onunla katlanabiliyordum. İlk kez gideceğim her yere bir kitap götürüyordum, yabancılığımı alıyordu adeta. Görünmek istemediğim, kendi gerçeğime katlanamazken diğer insanlara alışmam gereken sokaklarda, onun elinden tutup yürüyordum. Bir kitaptı, eğer bugün yazıyorsam sebebi.
Dalga geçiliyordum. Gülüşen insanlar, söyledikleri şeyi eğer duymamışsam ve tekrarlamalarını istiyorsam: “ Söyleyince anlamazsın, bir kitaba yazalım okursun.” diyorlardı barbar kahkahaları eşliğinde. Canımı acıttıklarını bilmiyorlardı. Ve buna karşılık, eve girdiğimde eğer onlardan, kitaplarımdan birini görmezsem kıyametleri koparıyordum. Nereye giderdi, beni bu saçma dünyada yapayalnız bırakıp nereye?
Bir kitabın neden satıldığını, neden insanların evlerinin kokusunu, sesini sayfalarına sindirmiş bir kitabı sahafa sattığını hiç anlayamadım. Onlar, tıpkı hayatlarındaki kadınlar ya da erkekler gibi, onları bir iki saatliğine eğlendirmiş bir kitabı da hunharca katledebilirlerdi. Onlar, yanlarında süs diye güzel kadınları gezdirdikleri gibi, kitapların da renklilerini alıp kütüphane yapar ve bir kitabı utanmadan “süs” niyetine kullanırlardı. Kimisi, hava atardı onun çokluğuyla; skoruyla hava atan bir çapkın gibi.

Onlar anlamazlardı, onlar anlamazlardı.
Bir kitabın nefes aldığını, ağladığını; bir kitabın olur olmaz yerde, herkese açmayacağını kendini. Bir kitabı, bazen yazarının bile anlayamayacağını. Yaşın yetmediğinde, kapatırdı kendini sımsıkı, gerçeğini vermezdi. Ve bir gün, o kitabı bir daha okuduğunda anlardın önceki okuyuşunun hiç olduğunu.
Ben anlamıştım. Onunlayken kazandığımı sanmıştım. Hayat, kitaplar sayesinde, onu anlarsam beni sever sanmıştım. Oysa…
Her zaman hayalperestlikle suçlandım. Düpedüz. Beceremedim, hayatın oyunlarından ziyade, kitapları, filmleri, resimleri, şarkıları anladım. Dalga geçtiğiniz o gerçekler, hani salata yapmayı beceremeyişim, hani saçma sapan giyinişim, “ideal ve evlenilecek bir kız nasıl olursa öyle olamayışım”, tüm bunlar benim suçum değildi. Bilemediniz.
Okuduğum romanlardaki, şiirlerdeki aşkı aradığım doğrudur. Bunu bulacağımdan hiç şüphe etmeyişim doğrudur. Sığamadığım doğrudur, hepsi doğru, lanet olsun ki doğru. Ama suç mu bu?
Neden kimilerinin sanki doğuştan biliyormuş gibi intibak ettiği hayata ısınamadım bir türlü? Neden herkesin sevindiklerine sevinemedim? Çok uğraştım. İnanın ki. Her genç kız gibi, evlenmekten, çeyiz hazırlamaktan, her öğrenci gibi kopya çekmekten, sonra sosyalleşmekten, Facebook’tan hoşlanabilmek için, gittiğim misafirliklerde konuşabilen biri olmak için… Yeni bir işe girdiğimde cevval olmak, iş başvuruları yaparken kendimi allayıp pullamak için, ya işte şu hayatta aptal gibi görünmemek için deli gibi uğraştım. Yapamadım.
Bari, kendimi anlatayım dedim. Önce orijinal geldim kimilerine, yalan yok. Ama sonra, benden sıkıldılar. Bu sıkılış, “işte o diğer kızlar”a benzetemedikleri içindi. “Sen ne işe yararsın ki okumaktan başka?”
Alay mı? Bini bir para. Bahsettikleri konulara karşı, son bir hamleyle: “ Aaa, şu kitapta da öyleydi.” dedim bazen, ellerine koz verdiğimi hep sonrasında fark ettiğim.
Oysa o tavan arası, bana özeldi; benim cennetimdi. Sığamadığım dünya, herkesin doğuştan bildiklerini benim sürekli elime yüzüme bulaştırma günahım, oraya gidince hayallere bırakırdı kendini. Tutamadım sırrımı, Hallac-ı Mansur’un tutamadığı gibi.
Ne çok istedim annemin, sevgilimin olmamı istediği kızlardan, dünyanın istediği insanlardan biri olabilmeyi; ne çok beceremedim.
Okul bitip de iş güç edinince: “Bu muymuş ya dünya dünya dedikleri eskiz?” dedim. Kitaplar isyan ettiriyordu, bilmiyor muyum? Çukurcuma’da emlâk yükselen değer dendiğinde, bırakıp evi barkı, Masumiyet Müzesi’nde yaşasam ne güzel olur’un hayaline kapıldım.
İşte ondandır, kitap en iyi dosttur dediklerinde ürperişim. Kitap, kıskanç bir dosttur, kendisinden başka hiçbir gerçeğe müsaade etmez. Kitap, onu tutkuyla sevdiğinizde, ayağınızın bastığı topraklarda bile uçtuğunuzu sandırandır. “Ya ben ya hayat” diyen.
Yazının başında sormuştum, bir kitap ne kaybettirir diye. Hediye ettiği hayale karşılık gerçekleri. Verdiği yakınlığa karşılık dünyaya alışma kabiliyetinizi. Büyülü aşkı. Herkesinkine benzeyen gözlerinizi. En çok da onu. Bir kerecik eski gözlerimi alabilsem, ben de mutlu olsam; bir saat de olsa, yeniden onunla bakabilsem.
En çok da, mutlu olma umudunuzu kaybettirir. Sorgulatır çünkü, düşündürür çünkü, durmadan sorular üretir çünkü.
Hayat, kitapla ve kitapsız diye ikiye ayrılır. Tıpkı dinler gibi.

Ve artık biliyorum ki, hayatın, feleğin, dünyanın sevdiği insan, asla kitapları sevenlerden çıkmayacaktır.