3 Ağustos 2010 Salı

Bir Yayınevinde Çalışmak

  Büyü dünyasına adım attığım ilk gün, hani kapıdan çıkıp o kitap mabedine ulaştığımda ne hissediyor idiysem, aylar sonra bugün hâlâ aynı hisleri besliyorum. Her gün koşa koşa gittiğim, mis gibi kağıt, mis gibi mürekkep kokan güzel dünyam…
  Şeyh Edebali’nin oğluna söylediği, “İnsan, sevdiği işte olursa çalışmış ve yorulmuş olmaz.” sözünü, 18 yıllık okul hayatımın sonunda, bugün hakkıyla kavradım işte. Ben büyü dünyasında hiçbir zaman çalışmış ve hiçbir zaman yorulmuş olmuyorum, olmayacağım. Ve, uyandığım her gün: “Ben şunu olmak isterdim; ama kısmet olmadı…” diyenlerin çoğunlukta olduğu bir dünyada, hep istediğim işi yapıyor olmanın şükürleri içinde olacağım.
  Kitaba inanan birileri var. Kitaba öyle inanan ki, kitap avcılığı yapan, paragraflarla, satır satır kitabın sayfalarıyla bir kuyumcu gibi uğraşan. Bir büyü dünyası. Bir yayınevi.
  Üst katta bir kitabın mimarı editörler, bir alt katta kitabı tüm hatalarından ayıran, iğneyle kuyu kazan düzeltmen ve sonra, kelime kelime ciltlerce kitabı dizen, düzelten, baştan oluşturan, onları okuduğumuz hâle getiren grafikerler. Odası kitaptan, dergiden geçilmeyen, dış kapıdan baktığımda kitaplarından yüzünü göremediğim danışman ve umman romancı. Kütüphane, kitabın dış dünyaya açıldığı satış ve pazarlama bölümü, yazarın ve kelimenin hakkını arayan telif hakları dış ilişkiler kısmı ve sonra, asıl mimar genel yayın yönetmeni. Düşünün ki, hepsi bir büyü için, bir kitabı size ulaştırmak için, size yeni dünyalar açmak için çalışıyor. Bir kelime için, bir kitabı tarıyor; sizin umursamayacağınız bir iki harf hatasını telaş içinde düzeltiyor.
  Bir büyü dünyası burası. Bütün gün kitaplarla uğraştığın, bütün gün kitabı konuştuğun. Yaşar Kemallerin, Cevat Çapanların gezdiği, çoğu yazardan mektuplar aldığın, her gün yüzlerce kitap dosyasının gönderildiği, dergilerle edebiyata, felsefeye, sanata hizmet ettiğin. Konuşmalarında örneklerin hep kitaplardan verildiği yer burası.
  Bir yayınevi.
  “Büyü dünyası” dememi lütfen sıradan bir benzetme olarak görmeyin. Öyle değil. Bu benzetmenin iki sebebi var: Birincisi, kitap okumayı, kitap yazmayı bir meslek haline getirenlerin yeri burası. Evde açtığın her sayfada yeni bir kimliğe dönüşmenin, bir başına okuduğun romanların, sana aşk getiren, seni evrene aşık eden şiirlerin eline ulaşmasını sağlayan yer. Bir bakıma, seni gerçek ve sıkıcı dünyadan alıkoyup cennete koyan, bir bakıma da hayallerden alıp gerçeğe veren.
  Charlie’nin Çikolata Fabrikası” gibi renkli ve büyülü bir fabrika; kalemin kağıda dokunduğu sesle, Mevlâna’nın sarrafın çekiç sesine sema etmeye başlaması gibi, benim de beynimi döndüren bir aşkın karargâhı.
  İkinci sebep, pek çok meslek için de geçerli olan; ama sanat işin içine girince daha da kutsal olan bir yön. İlahi emirle bir adamın beynine düşünce kırpıntıları serpiştirilir ve sonra harf ve sonra kelime olur. Yayınevine ulaşan kelimeler, ince ince dizilir, koşuşturma, telaş içinde sayfaları düzenlenir, kapaklar yapılır, herkes kelimeyi olabildiğince kusursuz hale getirmeye çalışır.
  Ve dünyadaki en mucizevi şeylerden biri, beyinde dönenip duran kelimenin kitap haline gelişini görmektir.
  Kitabın yazarı, onu o halde görünce duygulanıp ağlıyordur şüphesiz. Ama unutmayın, kelimenin kitap halini görünce başkaları da ağlıyor.
  Ne ile uğraşırsan o konu hakkında bilgi sahibi olursun. Düşün ki, bütün gün kitaplarla uğraşıyor, kitapları virgülüne kadar didikliyor, edebiyat dergilerinin oluşturulmasına tanık oluyor ve bu aşamada yalnız düş kurucularla, yazarlarla muhatap oluyorsun. Bir gün bir mektup geliyor kargodan, Orhan Veli’nin kardeşi Füruzan Yolyapan’dan. Küçüklüğünden beri kurduğun hayalin önünde durmasına inanamıyorsun.
  Güven Turan’ın odasına gidiyor, gençliğinde Behçet Necatigil’le nasıl meyhane arkadaşlığı yaptıklarını, Bilge Karasu’nun ona nasıl öğretmenlik yaptığını, dahası Güven Turan’ın romanlarını nasıl yazdığını dinlediğinde, sen artık anladın ki, buraya aitsin.
  Yeni tarzları bilmiyorum. Ben hâlâ Ahmet İhsan’ın kurduğu yayınevlerinde, Ahmet Mithat Efendi’nin tefrika romanlarında kahramanı öldürünce gazeteyi basan ahalide, henüz on altı- on yedi yaşlarında Babıâli’ye giren Namık Kemal’deyim. Kitap, dergi ve gazete yalnız usta-çırak yöntemiyle devam eder, diye düşünürüm. Hayatımda en özendiğim cümle, Haydar Ergülen’in bana söylediği: “Cemal Ağabey de böyle yapardı.” cümlesidir. En özendiğim anı, Selim İleri’nin Behçet Necatigil’in çalışma odasına gittiğini anlattığı. Bir gün ben de bu cümleleri kurmak, bu anıları anlatmak aşkıyla yaşıyorum.
  Onun içindir ki, beni, salt bir edebiyat aşığını alıp eski usullerle yetiştiren, edebiyatı öğreten dev çınarlar için ve sonunda bu işi adamakıllı öğrenip yine kitaba hizmet etmek için kalkıyorum her sabah yatağımdan.
  Asıl mucizesi sözün kutsallığı olan bir dine mensup olunca, söze hizmet etmek de mucize oluverir. Ve her kitap, dört büyük kitaba öykünüp yazılmıştır. Bu isyanı görmek için kalkıyorum her sabah.
  Siz… Bir kitabı okuyun. Sadece anlattıkları için değil. Bazen yazarıyla empati kurarak. Bazense, size o kitabı kazandıranları düşünerek, kitapların künyesinde adı geçen emek verenleri de anarak. Çünkü ben artık hep öyle yapıyorum.
  Ve, her virgülde, kitaplar için çalıştığım her dakikada ilk şairimiz Çuçu’dan bugüne selam ettiğimi, miraslarına sahip çıktığımı bilmenin huzuru var.
  Şükran doluyum.

0 Yeni fikir:

Yorum Gönder