30 Temmuz 2010 Cuma

Okunacak Kitaplar ve Bir Tavsiye





Muhakkak alınacaklar listemde altı kitap var şu an:
Bir, birazını okuma fırsatı bulup yanda da tavsiye ettiğim, "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın". Umberto Eco ve Jean-Claude Carrieri'nin kitap üzerine düşünüşleri, kitabın millattan öncesinden bugüne (e-kitap meselesi de dahil) sergüzeşti yer alıyor bu kitapta (Ne çok "kitap" kelimesi; ama ne koyabilirdim ki yerine?). Tanıtımında söylendiği gibi, "Kitabın beş bin yıllık tarihine yolculuğa çıkılıyor." Kitaplardan kurtulabilir miyiz sorusuna yanıt arıyoruz. Sizce, biz kitapsız yaşayabilecek miyiz; kitapları sevmeyenler de onlardan kurtulabilecek mi?
Benim cevabım belli.




İkinci kitabım, çıktığı andan itibaren fırtınalar koparan, "Görünmeyen". Paul Auster'ı sevdiğim için bu kiabı da hasretle bekledim; ama okumak henüz kısmet olmadı. Bu kitap da, ilki gibi Can Yayınları'na ait.


Üçüncüsü, "Her Şeyin Sonundayım- Tezer Özlü'den Ferit Edgü'ye Mektuplar". Bu kitabı okudum aslında; sadece kütüphaneme katmak istiyorum. Tezer Özlü'nün en yakın arkadaşlarından Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplardan oluşuyor, isminden de anlaşılacağı üzere. İki yazarın mektuplaşmasının tadına doyum olmuyor, hepimiz biliyoruz. Ama, bu kitap yıllardan sonra ortaya çıkan mektuplardan oluştuğu ve ilk kez basıldığı için bence çok kıymetli. Sel Yayıncılık'tan çıktı.

Kitabı okuduktan sonra bir arkadaşımın yorumu şu oldu: "Özge, Ferit Edgü'ye benziyorsun." Ferit Edgü mektuplarında sık sık imla kurallarına takıntısından bahsediyor, benzetildiğim yan bu. Buna dair bir iki şey söylemek istiyorum:

Yıllar evvel, sürekli mektuplaştığım bir arkadaşıma yine mektup yazdığım bir günde, bir kelime kullanmış; sonra kelimenin nasıl yazıldığından emin olamadığım için şöyle bir cümle kondurmuştum kağıda: "İrem'ciğim, bu kelime böyle mi yazılıyordu, hatırlamıyorum, imla kılavuzuna bakıp tekrar geleceğim."

Ferit Edgü'nün de buna benzer bir cümlesiydi arkadaşıma bu yorumu yaptıran.

Dördüncü kitabım, Tahsin Yücel'den "Sonuncu". Tüm kitaplardan alıntılarla bir kitap oluşturan bir adamın öyküsü diyeceğim; ama çok basit bir tanım oldu bu. Hayatını "Serencam" adını verdiği kitabını yazmaya adayan Selami Bey, yirmi yedi bin sayfalık bir kitap yazar. Bu öyle gizemli bir kitaptır ki, hiç kimse okuyamaz; ancak herkes kitabı görmek için kuyruğa girmektedir.




Bir polisiye roman türündeki Nurdan Beşergil'in "Bana Baktığın Gibi Bakma"sı da çok ilgimi çekiyor. Sudoku çözerken öldürülenlerin sayısı artınca bir sudoku uzmanına başvurulur. Bu kahraman, hikâyemizin ana kahramanı. Güzel bir polisiye olduğuna eminim. En kısa zamanda okunmalı.






Tahir Alangu'nun "Ülkücü Bir Yazarın Romanı: Ömer Seyfettin"ini de çok beğendim bu arada. Ömer Seyfettin'in ölümünden sonra başında kimsenin olmadığı (birkaç öğrenci) ve otopsisini bir hademenin yaptığı fotoğrafı görünce, eminim siz de çok üzüleceksiniz. Kitaplığımdaki en iyi inceleme kitaplarından biri.

Bu kitapların hiçbirini tam anlamıyla okumamış olmakla birlikte, kitap eklerinde çıkan haberler, söyleşiler, yazılardan dolayı hepsini okumuş gibiyim.
Benim seçmelerim böyle, sizin de kitap tavsiyelerinizi merak ediyorum.

Bu kadarını yazmışken, en son okuduğum kitabı da söyleyeyim de, tam olsun.

Aleksandr Puşkin'in- daha yeni çıkacak olan- poeması "Ruslan ve Ludmila"yı okudum en son. Biraz iş sebebiyle okumuş oldum; ama gerçekten keyif aldım. Puşkin'in 21 yaşında yazdığı, Homeros'un İlyada'sına benzer bir hikâye. Altı şarkı ve bir epilogdan oluşuyor( 108 sayfa). Prens Ruslan, Prenses Ludmila'yla evleneceği gün Ludmila kaçırılır. Ludmila'nın babası kral, kızını kim bulursa kızını ona vereceğini söylediğinden Ruslan ve prensesin diğer arkadaşları onu bulmak için yola koyulurlar. Cüceler, sihirbazlar da var hikâyemizde.

Bir sonraki yazım, yeni aldığım kitaplar üzerine olacak.

20 Temmuz 2010 Salı

Kitapta Devrim: E-kitap Vakası

İdeefixe'in başlattığı e-kitap işinin yakın takipçisiyim. Bu iş nedir diye soracak olanlara kısaca açıklayayım: Kimi yayınevleri, kitapları bir de e-kitap formatına sokacak ve İdeefixe üzerinden satmaya başlayacaklar. Bu yayınevleri içinde Yapı Kredi de var.

Baskı, matbaa, kağıt masrafları ve emeği olmadığından bu kitapları çok daha ucuza satın alabileceksiniz. İdeefixe, kitapları okuyabilmek için- şu an bence fazlaca pahalı olan- makineler de satıyor. Bu makinenin bir de kalemi oluyor; siz kitabınızın kenarına notlar...vs. alabiliyorsunuz. İphone kullanan ve telefonundan kitap okuyanlar için bu çok yeni ve değişik bir haber değil; ama bunun bir yönü var ki, iç rahatlatıcı. Kitabı yasal yoldan okuyorsunuz ve bu şekilde yazarı da kazanıyor.
Peki, bu şekilde korsanı nasıl engelleyecekler derseniz, bunun dünyada uzun yıllardır var olduğunu ve denenmiş yöntemler olduğunu söyleyebilirim. Sizin satın aldığınız kitap, yalnız o makineden okunabiliyor olacak ve asla kopyalayamayacaksınız. Ve size de bir şifreyle verilecek zaten, bu şifre de kırılamıyor.
Dediğim gibi, dünyada çok yaygın.

Bana soracak olursanız, eskiler insanı olduğumdan ve kitabın kutsiyetine inandığımdan ben çok sıcak bakmıyorum bu projeye. Ama, kitaplarımı her daim yanımda taşıyabilecek olmam- tatilde...vs.- da kulağa hoş geliyor.
Bu işin yakın takipçisi olduğumu söylemiştim. Çünkü, tüm yazarların, varislerin sözleşmelerini ben hazırladım, onlara ben gönderdim. Kabul edenleri, reddedenleri de biliyorum hâliyle. Sözleşmeleri gönderdikten sonra gördüm ki, yazarların çoğu bu e-kitap olayından habersiz, ne yapmaları gerektiğini bize soruyorlardı. Bir kısmı, dijitale karşı olduğundan, kağıda basılmayan bir kitabı düşünemediğinden hemen reddetti. Bir kısmı, kitaplarının ileriki basımları için endişe ettiğinden kabul etmedi. Ama büyük oranda ikna ettiğimizi söyleyebilirim.
Bu iş beni oldukça yormuş olsa da, bu tarihi olayı aşama aşama takip edebildiğim için kendimi şanslı sayıyorum (Yayınevinde 3000 kitap olduğu düşünülürse, yorgunluğumun nedeni anlaşılabilir.).
Yazar kaprisi denen en sert bürokrasiyi aşabilirsek, yakında "dijital kitap" hakkında 20 yazarla yapacağımız röportajın da haberini vereyim şimdiden. Yazarları konuşmaya ikna etmek bile büyük mesele; ama bir yolunu bulacağım.
Velhasıl-ı kelam, kitapta yeni bir devre başlıyor. Bana sorarsanız, çevre için kağıt israfının azalması çok güzel olmakla birlikte, bu kadar dijital olmak benim yine de canımı sıkıyor. Ben kitapları yine biriktirecek, yine kağıdın kokusuna âşık olacağım.
Unutmadan, ilk e- kitabın Van'da bir öğretmen tarafından satın alındığını da not düşeyim.
Bu arada, merak ettiğiniz bir şey olursa, elimden geldiği kadar cevaplamaya çalışırım.



Not: Şu an o aletlerden satın alanlara, Can Yayınları'ndan 267 lira değerinde 25 kitap hediye ediliyor, alacaksanız kaçırmayın!

11 Temmuz 2010 Pazar

Kitap Günü



Dün, güzel bir gündü. Hani yazıda, nasıl geçireceğim bu günü, harcayacak mıyım yoksa diye endişelenip duruyordum ya, cevabı "hayır" diye rahatça verebiliyorum şimdi ne mutlu ki.
En sevdiğim yerdeydim. Huzur dolu sığınağımda( Herkesin bir sığınağı, ne zaman gitse içindeki tüm sıkıntıyı attığı gizli bir yeri olmalı.) çınarın altında oturmuş, kitabımı okuyordum. Güzel bir çayı katık etmiştim okuduklarıma.
Çok güzeldi, huzurbaz.
Cumhuriyet Kitap Eki'nde haberini görüp koşa koşa Murat Yalçın'ın yeni çıkan kitabını almaya gittim sonra( "Hafif Metro Günleri").
Yıllar önce edebiyat dünyasında fırtına koparan, benimse hâlâ okumamış olduğum "Unutma Bahçesi"ni de atıverdim sepete.


Diğer kitap da, en güzel hatıralarımdan biri olan Selim İleri'nin kitabı. Murat Yalçın hediye etmişti. Çay bahçesine giderken hani belki okurum diye yanıma almıştım, bu vesileyle de onu da çekeyim dedim.



Haberiniz yoksa dile getirmenin vaktidir: Nazım Hikmet'i seviyor iseniz bu ayki NTV Tarih'i mutlaka alın. Nazım Hikmet'in bilinen kitaplarının dışında bir kitabı bulundu. Dergi, oldukça güzel bir dosyayla bu konuyu inceliyor. Doyurucu olmuş dahası. Ayrıca, Hıfzı Topuz'un arşivinden Nazım Hikmet'in ses kaydını( bir röportaj, bir de şiir okuması) içeren bir cd hediye ediyor NTV Tarih.



Sırf bu cd'ye milyarlar verirdim.

İyi ki edebiyat var.


Not: Füsun Akatlı geçen hafta vefat etti. Bir yazıda ele alırım diye düşünerek not düşmemiştim. Oysa ölümlerin ardından yazı yazmak zor. Madımak'ta ayrılmak zorunda bırakıldığı Metin Altıok'a kavuştu şimdi. Üzülsem de, bunu düşünüp bir an gülümsüyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Madımak, Unutmadım Seni




Bu ülkenin her şeyini sevdim.
Bu ülke sadece güzelliklerden oluşmuyordu. Ama ben çirkinliklerini de sevdim.
Üçüncü sayfa haberlerinin boyutuna şaşırsam da, aksaklıkları görsem de, bu ülke onu ilerletecekleri bir türlü sevmese de, ben kanımla canımla sevdim onu. Hep gurur duydum, hep minicik bağrıma bastım.
Ama bir gün var ki, utanıyorum ey ülkem senden. Bir gün var ki, o gün yaşıyor olmaktan da utanıyorum. O gün bugün, 2 Temmuz 1993. 33 aydının diri diri yakıldığı gün. 2 Temmuz 2010, bunu yapanların hâlâ cezalandırılmadığı, bu olay unutuverilsin diye: “Yarayı kaşımayın.” dendiği gün.
Gitmiyor gözümün önünden. Metin Altıok’un merdivenlerde oturup canlı canlı yanmayı beklemesi, çaresizliği ve dışarıda vahşice kahkaha sesleri. “Ölün lan” diyenler. Bunu din adına yapanlar üstelik, ömürlerinde ellerine bir kez Kur’an almamışken. Bunu hangi din emreder, hangi din bir insanı düşündüğü için yakmanızı diler, hangi din, o insanların külünü solurken “ Gazamız mübarek olsun!” dedirtir? Bunu din adına yaptılar üstelik.
Binlerce insan vardı o gün orada. Genco Erkal’ın “Sivas ‘93”ünü bir izleyin, canlı canlı göreceksiniz. Binlerce insan vardı. Ve hepsi de şahitti bu katliama. Akın akın geldiler, cihata gider gibi hazırlandılar, kahvelerden insan çağırdılar. Ayaklarını yere vura vura gittiler Madımak’a. Ve ateşe verdiler oteli, sonra zevkle, hırsla tepindiler yerlerinde. Otomobilleri yaktılar. Biri kurtulsa ateşten, onu tekrar ateşe attılar. Onlar yaptı; ama, onlar gibi düşünmeyenler, devlet bakanları, açın okuyun, daha da çirkindiler o gün. Onlar da Ankara’dan zevkle seyrettiler. Çernobil hatırası çaylarından içtiler( Hayır, kendisi Kuşburnu çayını severdi.). Yedi saat boyunca müdahale etmedi polis. Kimdi dost, kimdi insan? Kim ağlıyordu ya günahsızca yanan insanlar için? Var mıydı öyle biri? Öyle bir unutuldu ki, öyle bir üzeri örtüldü ki. O şahit olan insanlar, her gün evlerine gittiler, yemeklerini yiyip çocuklarına sarıldılar sonrasında. İnsanmış gibi yaşadılar.
Ama o gün canlı canlı yaktıkları insanların ne oradan kurtulanları, ne de ölenlerinin çocukları yaşamadılar artık. Laf değil bu. Buna kimin hakkı var?
Daha da kötüsü nedir, bilir misiniz? Hâlâ bir katliam gibi görünmüyorsa bu olay, cezalandırılmamışsa bunu yapanlar, bir kebapçıysa o otel dalga geçer gibi, devlet bir not bile koymamışsa oraya, yani unutun ya diyorlarsa gözünüzün içine baka baka. Daha kötüsü budur.
Bir devlet, böyle bir olayı sahiplenmez. Bir devlet, böyle bir olayı unutturmaya çalışmaz. Çünkü bilmelidir ki, unutturamaz. En azından ben yaşadıkça, en azından benim gibi düşünen birkaç kişi oldukça. Ve hep olacaktır.
Benim inanamadığım, bu olayı vahşice görmeyenler, dahası. İyi olmuş, diyenler. Var böyle insanlar. Bir tren kaza yapınca ahlayıp ağlayan, ama bir otelde bile bile insanlar yakılınca, sırf şâirler diye “iyi olmuş” diyen insanlar onlar. Ben tanımıyorum onları. Ve düşünce özgürlüğüne inanmıyorum.
Benim canım yanıyor, her 2 Temmuz’da. Gitmiyor çünkü gözümün önünden o fotoğraf, gitmiyor.
Unutturacaklarmış, güldürmeyin. Şiirlere geçmiştir artık, hadi sıkıysa unuttursunlar.
Akgün Akova’nın şiiri, en çok hissettiren bana o günü. “Madımak Oteli.” Hani diyor ya: “Çocukluk arkadaşınızdı otel kayıt memuru, önce onu yaktınız.” Ve hani bir de:
“akşamları geçerek önümden gidersiniz evlerinize
yıkıntıma sinsi sinsi gülersiniz
kapıda sizi karşılayan çocuklarınız
onlar da öğrenir bir gün
içindeki insanlarla yaktığınız
bir otelin
sonsuza dek
kül tüküreceğini yüzünüze.”


Ne yazsam abartıyorum sanacaksınız.
Şâirlerini yaktığın için ey ülkem, şiirin yok senin artık.
Ve derin derin kül soluyacaksın her 2 Temmuz günü.
Ve, insanı canlı canlı yakmaktan zevk alan, onu nefessiz ve çaresi bırakan, yollarını kapatan, kapının önünde sloganlar ve kahkahalar atan insan(!), sen de şunu bil ki, sen Fatih’in, sen Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin değil; sen Nesimi’nin derisini yüzen, Hz. İbrahim’i ateşe atanların torunusun.

Doğum Günü Hediyelerim;)

Bu yılki doğum günüm oldukça bereketliydi:) Hediye yağdı, alanlar sağ olsunlar.
En güzel hediyem tabii ki, dünyanın en kutsal şeyiydi, bir kalem.
Her sektörün nasıl markaları varsa, kırtasiye dünyasının da markaları var, biliyorsunuz. Mesela, Moleskine defter entelektüeller arasında oldukça ünlü bir markadır. Okuyan yazan insanların birbirini tanıma yoludur Moleskine defter, yakaya takılan karanfil gibi:)

Benim de Moleskine defterim var elbette. Ama inkâr edemem ki, Ece Ajandam ondan daha kıymetli benim için. Ece ajandasının güzel tarihçesi ayrı bir yazı konusu olur.

Lafı uzattım: İşte, kalem dünyasında da Cross oldukça ünlüdür. Ve hayatının en önemli öğesi, kalem olan bir insan için bundan daha güzel bir hediye olamazdı.
Önce güzeller güzeli ahşap defterim:


En az bunun kadar güzel bir hediye de, Gündem724'teki yazımın konusu, onun için koymadım fotoğrafını. Yazıyla beraber ekleyeceğim onu da.