17 Ocak 2011 Pazartesi

EŞYA


  
   Eşyaya düşkünlük karakterimdir.
   Düşkünlük yerine "bağımlılık" demek daha doğru olurdu. Ancak bu kez tevriyenin güzelliğine sığınıp (yazmanın en çok bu yönünü sevdiğimi kimden saklamalı) "düşkün" kelimesini iki anlamında da kullandığımı belirteyim.
   Ve şey'in çoğulu olan, dolayısıyla tüm varlığı karşılayan bir kelime de olduğu için, diyebilirim ki tüm insanlık da eşyaya düşkündür.
   İlgilendiği alanla ilgili her ayrıntı insanı etkiler; bu eşyaya da sirayet eder. Çok Tanrılı dinlerin, putperestliğin zayıflasa da bitmemiş gen aktarımı vesilesiyle de, kimi eşyayı simgeleştirirsin. (Putu yasaklayan İslam'a rağmen birçok küçük putumuz olduğunu unutmamak iyidir. Her şey bilinçaltından öyle kolayca atılamıyor ağalar.) O, seni simgeler; sana uğur getirir, anılarını hatırlatır, hediye gelmiştir; ama özeti şudur: Mühimdir.
   İlgilendiğin alanla ilgili ayrıntıları bile isteye kendine benzetirsin. Bu, tıpkı âşık olduğun biriyle ortak yönlerinizi aramak gibidir. Ortak yön olmasa da, zorla oluşturursun. Belki de seni hatırlatmayacak- ya da dünya üzerinde onu en az senin kadar seven milyar adedinde insanın var olması muhtemelken- bir nesneyi, eğip değiştirip törpüleyip sürekli üzerinde taşıyarak zamanla kendine benzer hâle getirmeyi başarırsın. O sanki bir tek sana aittir.
   "Ne zaman baksam seni hatırlatıyor", "Ne zaman bu kokuyu duysam aklıma sen geliyorsun", "Anneannemin evinde vardı bunlar"ın hiç düşünmediğimiz şifresidir bu aslında. Onlar, seni hatırlatmaz. Sen, sırf seni hatırlatsın diye onları özenle seçmişsindir zaten.
   "Anneannemlerin evinde vardı bunlar" cümlesi ise, tam anlamıyla tüm anlatmak istediğimi anlatan, cilveli bir cümle. Sırf şu cümleyi örnek vererek insanın eşyaya düşkünlüğünü kanıtlayabilirim bile. Çünkü biz, eşyaları severiz; onlara dikkat ederiz. İnsanların evlerine gittiğimizde, eşyalarına bakarız. Biz, eşya düşkünüyüz. Çünkü insanın karakteri, eşyanın seçiminde ortaya çıkar, ilk adımda maddi durumundan tutun, önemsedikleri, tutkularını bile ortaya çıkarır şey'ler.
   İşte tüm bunlardan ötürü, insan gerçekliğini anlatmaya kalkıp da asla onların eşyalarından bahsetmeyen romanlar bana hep eksik ve güdük gelir. Yaşayan bir insanın hiçbir eşyasına düşkün olmamasına asla inanmam çünkü. Bu, sadece yetişkinler için değil, oyuncak bebeğine sarılıp uyuyan, yalancı memeyi ağzından çektiğiniz an ağlayan bir bebek için de geçerlidir. Ço-cuk bi-le eş-ya-sı-na ta-par. O, o denli ona aittir ki, kimseyle paylaşmak istemez bu aidiyeti.
   Bu sebeple, eşyamızı başkalarıyla paylaşmak, sanıldığı kadar ufak bir fedakârlık değildir.
   Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Her şey Yerli Yerinde" şiirinde, insanı tamamen es geçip eşyaların aynılığından, statik duruşundan bahsetmesini anlamlı bulurum. Herkes de, bu gerçeğin farkına varmasa da, anlamlı bulmuştur ki, yazarın en ünlü şiirlerinden biridir bu. Uzaktaki bir dolabın azaptaki bir ruh gibi gıcırdaması, bence şairin tahayyülü değildir yalnızca, gerçektir. Ve masanın, sürahinin, bardağın yerli yerinde durması, rutin bir hayatı temsil etmez yalnızca. Huzuru da anlatır. Çünkü ilk kavgada, ilk kavgada, ilk doğum ve ilk ölümde en az bir eşyanın yeri değişecektir. Bunu insan fark etmez. Yalnız eşya bilir.
   Ve eninde sonunda, her şeyin yerli yerinde olması bir yanıyla huzurunsa, bir yanıyla da beklentinin, fırtına öncesi sessizliğin işareti oluverir.
   Eve girmiş birinin ilk baktığı, asla etrafındaki yüzler olmaz, dikkat edin. Evde bir şeylerin ters gidip gitmediğini eşyaların gözlerine bakıp sorar. Eve girer ve etraf dağınıksa o meşhur soru: "N'oldu burda?". Ancak eşyalara bir göz gezdirdikten sonra sorgulayan gözlerle etrafındaki insanlara bakmak aklına gelir. Eşyalar değiştiyse, dağıldıysa, hayat da bir yerinden dağılmıştır.
    Eşyaya düşkünlük deyince hep Tahsin Yücel'in "Kumru Kumru"sunu örnek veririm. Tek örnek o mu, binlercesi var. Don Kişot'ta bile herkesin aklında kalan sahne, yel değirmenlerine saldırdığı değil midir? Serbest bir çağrışımla, aklıma 90'larda furya olan popçu kolyeleri geliyor. "Onu hatırlatan bu eşyayı ben de taşıyayım"dan başka nedir o kolyeyi çok sattıran? Attila İlhan'ın şapkası, Sherlock Holmes'ün piposu. Ya neden Nobel konuşmasını babasının bavulunu anlatmaya ayırmıştı Orhan Pamuk?
   Çünkü eşyayı yazmakta da, okumakta da bir giz var.
   Daktiloya, kalemlere, kâğıtlara bağımlılığım ya da sizin önemli saydığınız herhangi bir eşyanız... Annemin, üstüne on tane daha almış olsa da vazgeçemediği çantası. Aldığım onca kıyafetten birkaç tanesini hakikaten sevmem.(İlginç değil mi hakikaten?) Nasıl tanıştığım insanların kimilerini sevip kimilerini sevmiyorsam, libas da sanki insanmış gibi, bazılarını sevebilmem. Bibliyofil olma, kitap bağımlılığı. Müzelerin varlığı, galeriler, kütüphaneler, arşivler; sadece tarih değil, eşyaya da bağlılığı temsil eder. Kişinin ikinci adıdır eşya, o denli ona aittir. Sade bu sebeple sevdiği sanatçının bir eşyasına milyonlar verir bir hayran. Ölmüş bir yakınının fotoğraflarına baktığında değil; bir küpesini, bir hırkasını gördüğünde ağlaman, duygulanman bundandır.
   Siner eşyaya insan, eşya da insana siner. Zamanla birbirlerine dönüşür, sonunda bir olurlar.
   Ondan gömülürdü eski dönemlerde eşyalarıyla insanlar. Onun için bir şairin şiirin okuduğunuzda değil, eşyalarını gördüğünüzde daha yakın hissedersiniz kendinize.
   Yerleşikliktir eşya. Eşyasızlık göçebeliktir. Dildeki pek çok kelime de "eşya" durumuna göre isimlenmiştir; sandığımızdan çok fazla yer kaplar var olmamızda eşya: Bibliyofil, göçebe, evcil, taş devri, maden... Eşyaların sözlükte ne kadar tuttuğunu zaten tahmin edersiniz.
   Meslek isimleri eşyayla ilişkimize göredir: Züccaciyeci, nalbur, kitapçı, tuhafiyeci, gözlükçü. Eşya ismini almamış meslekler, zihinle ilgilidir. Ama günlük hayatta en çok ihtiyacımız olan, eşya satan satıcılardır (Günlük hayatımızda en çok "eşya"ya ihtiyaç duyduğumuz için olsa gerek). Sanatlar da eşyaya verdiğimiz forma göre çeşitlenir, değişir, değerlenir.
   Çoğu deyim, eşyadan türer, mecaz anlam kazanır; büyür. Zincir, eşya olmaktan çıkıp "tutsaklığı" temsil eder hâle gelir. Bir heykel, anlamının çok dışına çıkıp plaket hâline getirilir, ödüllendirilen kişiye verilir, "başarı" anlamına gelir. Bir lamba, pekâlâ bir partinin sembolü olabilir, "aydınlığı" simgeler.
   Eşya, bizimle bütünleşsin diye vardır: Ayağımızın şeklini alan ayakkabılar, elimize eldivenler, şapkalar, küpe, hatta diş dolguları, gözlük, mideye takılan kelepçe, spiral bile.
   Eşya, insan demektir. Onun için, ölenin bedenini atmaktan daha zordur onun eşyalarını atmak. Tekkelerdeki çile doldurmada bir hücreye kapatılmadan gaye, biraz diğer insanlardan ayrılmaksa biraz da eşyalarından ayrılmaktır. Dış dünyayı özlemen için konduğun hapishanede de avunma diye eşyalarından alıkonursun. Eşyasızlık, seni başka bir insan yapar. Onun için, ölenin bedenini atmaktan daha zordur eşyalarını atmak.
   Eşya, insan demektir. Canlıdır. Nefes alır. Canlı olmasa, eskimez, bozulmazdı. Yalnız canlılar değişime uğrar, bilirsiniz. Eşya da canlıdır. Onun insan eliyle üretilmesi, cansız olduğuna inandırmasın sizi. Belki bir elbiseyi insan yapmıştır; ama onun pamuğu, ipliği, boyası doğadan gelmiştir. Yani canlıdır.
   Siz ağladığınızda eşya da ağlar, güldüğünüzde o da güler. Size artık katlanamadığı an, kırar döker kendini. Bazense, sırf size sevgisinden senelerce rengini bile yitirmemeye gayret eder. Kimisi, bildiğin yaşlanır; ekşi ekşi kokar sonraları. Kimisi, tazelik kokar. Mesela cam çok dikbaşlıdır, özen ister; hemen terk edebilir sizi. Bir ağacın öğüdünü taşıyan ceviz bir masa, sonsuz sadakattedir. Eşya da, sizi sever ya da sizden nefret eder. Üstüne aldığınız notları tutar, boyanır, boyu kısaltılır, düşüp dağılır. Ama o canlı olduğu için hiçbir zaman tamamen yok olmaz. Sen ölsen bile o ölmez. Seni her yüzyılda yeniden yaratır.
   Bazense, insan eliyle süslenip vitrine konur. Sizi bekler, sizi temsil etmeyi, sizinle bütünleşmeyi umar. Bunlar, söz oyunu değil, kişileştirme hiç değil. Eşya canlıdır ve tüm bunları tamamıyle "o" yapar.
   Hiçbir eşyayı atamayışım bundandır. Para verip onları satın almayı hakaret saymam bundan. Bir köşesi çizilmiş daktiloma içimin cız etmesi hep bu sebepten. "Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner".
   Her eşyanın hatırası o kadar ağır ki, canları öyle kıymetli ki, mesela dokuz yıldır her anımı bilmiş bir koltuğu silmek, bunun için en müşkülü.
   Necati Cumalı bahseder ondan, bir bekar evinden; az eşyası var diye bir türlü yerleşilememesinden. Özdemir Asaf bir adım öne geçer, "Tüm emirleri eşya veriyor, dünyayı o yönetiyor; biz emirlerine uyuyoruz" der. "Biz esiriz, köleyiz eşyaya." der. Doğrudur. Böyle söyleyişler, haklı olduğumu, böyle düşünmekte yalnız olmadığımı da hissettiriyor bana, mutluyum.
   Ve ben tüm bu sebeplerden, nerede bir insan görsem eşyasını değil; nerede bir eşya görsem insanını düşünürüm.

2 Yeni fikir:

Nehire dedi ki...

Öylesine güzel bir yazıydı,bir solukta okudum.Teşekkürler,sevgiyle kalın... Kaynağı gösterYazdır?1 Bu Yorumdan |Alıntı Yap|

Özge dedi ki...

@Nehire

Teşekkür ederim Nehire, çok mutlu ettin beni. Kaynağı gösterYazdır?1 Bu Yorumdan |Alıntı Yap|

Yorum Gönder