22 Eylül 2010 Çarşamba

4. Beyoğlu Sahaflar Festivali- "Mecanin-i Kütüb"ce



                                                                        -14-28 Eylül, Taksim Gezi Parkı'nda buluşma-

  Düşünün ki, en sevdiğiniz şeyin binlercesi bir yere toplanıyor, üstelik onlara dokunmanıza hatta sahip olmanıza olanak veriliyor. Ve bu saadeti yılda sadece bir kez yaşayabiliyorsunuz. Ne yaparsınız?

  Benim yaptığımı.

  Beyoğlu Sahaflar Festivali'nden bahsediyorum. Bakmayın bu kadar geç yazdığıma, fuarı ilk gün ziyaret ettim.

  Fuarın bu yıl dördüncüsü düzenleniyor. Ve bu yıl, fuara İstanbul'un dört bir yanından sahaflar katıldı: Beyoğlu sahafları dışında, Kadıköy, Beyazıt, Moda, Şişli, Ortaköy, Beşiktaş'tan kitapçılar mevcut.

  Bu yıl, fuarın biraz daha profesyonelleştiğini gözlemledim. Fuar girişine devasa bir kütüphane maketi yapılması, fuara gelenlerin yemek yiyebileceği yerler konması, standların bu kez biraz daha düzenli yerleştirilmiş olması, muhakkak ki fuarı daha keyifli kılmıştı. Kitapçıların yanı başındaki çay bahçesinden (Artık "çay bahçesi" diyen kaldı mı ki, her yer "cafe" oldu.) gelen canlı müzik sesi, sanki kitapçılar arasında değil de, bir tatil akşamında dolaşıyorsunuz hissiyatını da ekliyor gününüze.

  Çok fazla kitap almadım. Ama çok fazla kitaba baktım. Kütüphanemi değilse de, gözlerimi kitaba doyurmuş oldum (En fazla bir ay).

  Fuara katılan sahaflar gelecek sene bu fuarı "uluslararası" düzeye eriştirmek istiyorlar; muhakkak o zaman daha da tadına doyulmaz olacaktır, ama bu şekliyle de ben gibi, belli konulara sapkınlığı olan kişiler için bulunmaz bir nimettir bu fuar. Bir konu üzerinde araştırma yapıyorsunuz, konu hakkında yazılmış tüm kitapları -piyasada olanları- okudunuz. Bulamadığınız kitaplar için de pek tabii sahafları dolaşacaksınız. İstanbul'un dört bir yanına gidecekken bu fuar sayesinde hepsini bir arada görüyorsunuz, bu bence araştırmacılar için büyük bir şans.

  Kitap diyorum; ama burada sadece kitap yok. Plaklar, eski fotoğraflar, gazeteler, dergiler, gravürler, kartpostallar, posterler, film afişleri... Gün içinde geçmişi yaşıyormuşsunuz hissi veren ne varsa, hepsi.


  Burada da kendi masalımı yazdım, şüphesiz. Bir kitabın ilk baskısına dokunurken bir zaman makinesindeymişçesine o tarihe gidip geldim. Eski kitaplarda kendimi bırakıp yazarların gözlerini aldım bir süreliğine. Onların görmediği bu yeni dünyayı gözlerimden izlediler. Ben o günleri onların gözlerinden seyrettim bir süre.

  Bir sahafla kısa bir sohbetimiz oldu. Korunmak için şeffaf bir dosyaya konmuş Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bir gazeteye bakıp okumaya çalışıyorken, sahaf: "O gazete, Lozan Antlaşması yapıldığı gün çıkan gazete." dedi. Ölsem bulamayacağım bir hazineyi elimde tutuyordum yani.

  Sahafa bunları nasıl bulduklarını sordum: Ya vefat eden bir koleksiyonerin ailesi bizlere satar yahut bulup da ne olduğunu bilmeyenler tarafından bize getirilir, dedi. Karşımdaki yılların sahafıydı. Kim bilir elinden ne kitaplar, ne gazeteler geldi geçti, diye düşündüm içimden. Ben bile şurada paha biçilemez neler görmüştüm, öyle ya! Abdülcanbaz setlerini, İstanbul Ansiklopedisi'nin fasiküllerini, o -dile kolay- yüz yıl önceki gazeteleri, gelecek bana sorsa da gururla anlatsam.



  Benim neler aldığıma gelecek olursak, ilk gidişim olduğu, bir daha nasıl olsa gideceğim için çok fazla kitap almadım. Baş kahramanı bir at olan ve çok merak ettiğim Abbas Sayar'ın "Yılkı Atı"nı, hep bahsettiğim (üniversite yıllarında bir türlü bulamadığım) "Ramazanname"yi, biraz inceleyip harika bir kaynak olduğuna hükmettiğim İsmet Zeki Eyuboğlu'nun "Anadolu İnançları- Anadolu Mitologyası" adlı eserini, Peyami Safa'nın en özel romanı sayılan ilk ütopik romanımız "Yalnızız"ı ve daha önce okumuş olsam da Sabahattin Eyuboğlu'nun çevirisini görünce dayanamadığım Moliere'in "Cimri"sini kütüphaneme katmış bulunuyorum.

  (Bu vesileyle, söylemiş olayım: Tercüman 1001 Eser'i yayımlarken bence Türk Edebiyatı'na gelmiş geçmiş en büyük katkıyı sağladı. Bu kitapları bulursanız sakın kaçırmayın.)

                                                                    * * *

Oradan çıktığımda, o ana kadar nasıl anlamadığım şaşırdığım şekilde, ayaklarım feci ağrıyordu.

Ve elimde birkaç kitabın tozu vardı.

2 Yeni fikir:

Mehmet Bilgehan Merki dedi ki...

Özge hanım,
Abbas Sayar ve Yılkı Atı deyince küçük bir anımı anlatayım. Sanırım 1979 ya da 1980 yılı olacak. Yozgat'a teftişe gittiğimizde, Yozgat'ın hemen yanındaki sanırım dağ'da adı Çamlık Otel olacak, müfettiş arkadaşımla kalıyorduk. İkimizde bir biçimde okumaya meraklıyız. Abbas Sayar, Yozgatlı ve sanırım sürekli aynı otelde kalıyormuş. Akşam yemeğinde tanıştık ve bir süre sohbet ettik. "Yılkı"nın anlamını o gün öğrenmiştim. Sevgiler. Kaynağı gösterYazdır?1 Bu Yorumdan |Alıntı Yap|

Özge dedi ki...

@Mehmet Bilgehan Merki

Size özendim desem Sevgii Mehmet Bilgehan Merki;)
Bence o gün Abbas Sayar'la nasıl tanıştığınızı, neler konuştuğunuzu anlatan bir yazı yazmalısınız. Onun eserine nasıl baktığını, neden bu eseri yazdığını bilmemiz açısından çok güzel olur.

Sevgiyle. Kaynağı gösterYazdır?1 Bu Yorumdan |Alıntı Yap|

Yorum Gönder